22 Kasım 2024
  • İstanbul11°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir18°C
  • Berlin2°C

EMPEYALİZMİN GAYYASI: ŞİDDET

Abdullah Can

14 Temmuz 2014 Pazartesi 12:04

“Eşref-i mahlukat” unvanıyla yaratılan ve “Andolsun ki biz, âdemoğlunu mükerrem kıldık! ”(İsra, 70) ayetinin mazharı olan insan, kendisine biçilen rolünü oynamadığı ya da kendisi için tayin edilen rotanın dışına taştığı takdirde, mazharı olduğu unvanını kaybeder,  tersi bir mahiyete bürünür. Bir başka ifadeyle, eşref-i mahlûkat iken, şerir-i mahlûkat derekesine sukut eder. İki uc nokta arasında imtihana tabi olan insan, kendi varlık sebebi ve yaratılış gerçeğine sadakatle mükelleftir. Bu sadakat iman, teslimiyet ve temsiliyet misyonuyla gerçekleşirken, inkâr, isyan ve perdelemekle ortadan kalkar, yok olur. İman, emniyettir; teslimiyet, selamettir. Temsiliyet ise, her ikisinin fiili elçiliğidir. Yani Yüce yaratıcı tarafından emniyet ve selamet hisleriyle donatılmış insanın, bu hislerle yaşama ve bunların yansıtıcısı olma gibi bir sorumluluğu vardır. 

Materyalist ve kapitalist ideolojinin dayattığı hayat modelinde ise; iman, emniyet ve teslimiyetin yerini yozlaştırma, sömürme ve teslim alma güdüleri almaktadır. İnsan fıtratına zıt ve yapay kişiliklere teşne tutan bu ideoloji ikilisi, kendilerine direnen ve alternatif yaşam projesine sahip hiçbir ideolojiye, hiç bir dinî ve felsefî doktrine tahammül etmez, müsamaha göstermez. Mutlaka bir yolunu bulur, bir şekilde içlerine sızar, deforme ve dejenere eder. Bu bağlamda, ilahî ve insanî özellikleriyle eşsiz bir dünya görüşünü ve hayat düzenini insanlığa sunan İslâmiyet,  hiç şüphesiz ki materyalizm ve kapitalizmin en güçlü rakibi ve emsal kabul etmez bir alternatifidir. Tabiatı icabı, rakip kabul etmeyen bu müstekbir dünya düzenleri, ta evveliyatından beri kendileri için yegâne düşman olarak İslam’ı bellemişlerdir. 

Felsefik ve ideolojik planda İslâm’ı alt edemeyen materyalist-kapitalist blok, her defasında farklı taktik ve teknikler uygulayarak İslâm’ı etkisizleştirmenin ve diskalifiye etmenin peşini bırakmamıştır. Bu yol ve yöntemler, her ne kadar İslâm’ın sağlam ve kadim temellerinde tam bir tahribatı gerçekleştirememiş ise de, ciddi sarsıntılara ve kısmî yıkımlara muvaffak olduğu muhakkaktır. Gerek fikir ve inanç düzeyinde, gerekse ahlakî ve yaşamsal düzeyde tahrifat ve yoz bir kişiliği İslâm toplumuna dayatabilmiştir. Bununla birlikte İslâm’ın fıtrî ve ilahî özünü tamamen yıkamamış, nihaî zaferini kutlayamamıştır. (İslâm coğrafyası ile kapitalist-materyalist Batı toplumundaki İslâm’a olan teveccüh bunun açık ispatıdır). Bu teveccüh, her geçen gün artarak ve kökleşerek devam ederken, rahatsızlığı katmerleşen kapitalist-materyalist blok, farklı arayışlar içine koyuldu. Son icadı, Müslümanları şiddete bulaştırmak, şiddet aracılığıyla İslâm’ın ve Müslümanların imajını sıfırlamak... 

Her defasında taktikleri iflas eden materyalist-kapitalist tandanslı emperyalizm, başvurduğu bu nevzuhur icat, belli ki uzun yıllara dayalı ciddi bir mühendisliğin mahsulü... Tahrip gücüne ve etki alanının genişliğine bakılırsa, sıradan ve kısa vadeli bir mühendislik çalışması olmadığı, aksine köklü, kapsamlı ve inceden inceye hesaplanmış bir sosyo-psikolojik çözümleme olduğu apaçıktır. Her ne kadar yıkıcı ve tahammül sınırlarını aşan bir proje de olsa, tedavüle sokulan bu emperyalistçe çözümlemelere hayran kalmamak mümkün değildir. Sabırla, itinayla ve uzun yıllara dayalı bir planlamayla rakip sistemlere dayatılan bu şeytanî proje, kesinlikle fos çıkmaz, fiyaskoyla sonuçlanmaz; bir şekilde hedefine ulaşır. Nihaî ve kesin sonuca ulaşamazsa da, tamiri uzun yıllar alacak bir tahribatı gerçekleştireceği kesindir...

İşte İslâm coğrafyasında sahneye koyulan şiddet eksenli proje ve işte zehirli neticeleri...

Şiddetin neşvünema bulduğu zeminler, cehalet, zaruret ve ihtilafların hükümferma olduğu toplumlardır. Ve maalesef, bu toplumlar da ziyadesiyle Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyalardır. İslâm’ın ilme, üretme ve vahdete dair ısrarlı bütün teşviklerine rağmen, egemenlerce cehalete, fukaralığa ve fikrî-itikadî keşmekeşliklere esir edilen Müslümanlar, şu an itibariyle kendi kendisini yemekte, zehirlemekte ve tüketmektedirler. Toplumların sosyolojik ve psikolojik karakterlerini çok iyi okuyan Emperyalizm, bahsi geçen zaafları iyi yakalamakta ve bunları zıt kutuplar halinde çarpıştırmayı çok iyi becermektedir. Niçin ve kimler tarafından bu perişanlığı yaşadıklarını sorgulamak yerine, adeta bu trajik yaşamı bir kader olarak algılayan Müslümanlar, kimi din tahrifatçıları, sahte dini liderlikler ve saptırılmış dini yorumların etkisinde, adeta kurbanlık koçlar gibi boyunlarını şiddetin ve terörün bıçaklarına uzatmış durumdalar. 

Kur’an’da cihat ve savaşla ilgili ayetleri bir araya getirerek, sebeb-i nüzul ve bağlamlarıyla olan ilişkilerini çarpıtarak savaş fetvaları çıkartan sözde kimi âlimler ve bunlara körükörüne teslim olmuş şiddet ruhlu sözde mücahidlerin din adına estirdikleri terör, dinin rahmet, adalet, hikmet ve denge karakterine en acımasız darbeyi indirmekte, dini kendi öznel ve asli yapısından çıkartarak tersi bir formatla servis etmekteler. Bu baş belası çevreler, din adına dinsizliğe ortam hazırlamakta, dine olan güven ve yönelişleri tırpanlamakta, dinden kitlesel kopuşlara sebep olmaktalar. Zira şiddet ve kan dökmeyi hedefleyen bir din anlayışının sevimli olması mümkün olmadığı gibi, kucaklayıcı olması da asla mümkün olamaz. Hele hele, aklı gözüne inmiş ve sadece gördüğüne inanan gönümüz insanının nazarında, din kisveli şiddet manzaraları tam anlamıyla dinsizliği tetikleyen bir faktördür. 

Öte taraftan, ayetleri bu denli çarpıtan ve kanlı emellerine alet edenler misüllü, Peygamberin hadislerini de kendi heva ve heveslerine göre yorumlayanlar, Peygamber adına hadis uyduranlar, Peygamber üzerinden savaş çığırtkanlığı yapanlar da eksik değiller. Kur’an gibi koruma altında olmayan ve tamamı ezberlenmemiş olan hadisler, istismara ve suiistimallere daha uygun bir dini argümandır. Zamana, ortama, iktidarlara, ırklara, mezheplere, cemaat ve tarikatlara göre ihdas edilen(uydurulan) hadis unvanlı nice söz ve özdeyişler havada uçuşmaktadırlar. Kur’an’ın ruhuna, Peygamber’in âlemlere rahmet olan mesajına, onun anlayış ve yaşayışına,  aklıselim ve hikmete, hayatın gerçeklerine, asrın ve şartların ruhuna muvafık düşmeyen sözde hadislerin de bu keşmekeşli anlayış ve hırçınlaşmış tabiatlardaki etkisi büyüktür.

İşte Kur’an ve Sünnet ekseninde yaşanan bu zihinsel ve itikadî kaos, doğrudan doğruya Emperyalizm’in bir tasarımıdır ve ona yaramaktadır. Geçmişte “İsrailiyat” ve “Bid’at” kavramlarıyla karşımıza çıkan bu dini tahrifat ve tahribat teşebbüsleri, sonraki dönemlerde “Şarkiyatçılık”(oryantalizm) ve “Misyonerlik” faaliyetleri şeklinde arz-ı endam etmiştir. Emperyalizmin her zaman için yedeğinde tuttuğu bu kültürel ve dinî tandanslı savaş malzemeleri, bu gün için de devrededir ve Müslümanların bu cehalet ve taassupları devam ettiği sürece de devreden çıkmayacağa benziyor. Müslümanlar şunu sorgulamalıdırlar: Allah’ın tek ve yekta dini neden bu kadar çok parçalıdır? Parçaların sayısı artıkça, paçavralaşan ve mesajı tükenmekte olan bir din anlayışıyla dünyayı nasıl kucaklayabiliriz? Âlemlere rahmet olan bir din, öfke, gazap, şiddet ve kahredicilik görüntüsünden nasıl kurtarılabilir?

Emperyalistlerin kan ve ölüm kusan silahlarını ellerine alarak iğreti pozlar verenler, zafer işareti yapanlar, o namluları kimlere yönelttiklerine bakmalıdırlar! Konumlarını, bu bakış açısına göre belirlemelidirler!

Hazret-i Peygamber’in Bedir esirlerine yaptığı muamele apaçık iken (ki onlar bir kaç saat öncesinde Peygambere karşı silah kullanıyorlardı), ele geçirdiği insanları, silahlı-silahsız ayırımı yapmadan katliamdan geçirenlere Müslüman demek mümkün mü? Hazret-i Peygamber’in Mekke Fethi esnasında, azılı düşmanları olan müşriklere karşı çıkarttığı “eman” çağrısı apaçık iken (ki onlar hayatları o güne kadar Peygambere ve ashabına düşmanlık yapmıştılar), girdiği köy ve kasabalarda toplu katliamlar yapanlara Müslüman demek mümkün müdür? “Lailahe İllallah” diyen bir müşriki, korkusundan demiştir zannıyla öldüren Halid b. Velid’e “Kalbini yarıp baktın mı?” diyerek şiddetle azarlayan bir Peygamber’in tavrı ortada iken, Müslüman oldukları kesin olanları terminatörler gibi doğrayanlara Müslüman demek mümkün müdür?

Emperyalistlerin imalatı silahlarının namlularına “Lailahe İllallah” bayrakları asanlar ya da Peygamber’in mührü olan “Allah, Muhammed, Resul” flamaları takan ırkçı, mezhepçi tedhişçilerin, mızraklarının ucuna “Mushafı” takan “Şam Bağileri”nden farkı var mıdır? O Şam bağileri değil mi ki İslâm ve hilafet perdesi altında ırk ve saltanat davasına düştüler?! O Şam bağileri değil mi ki İmam-ı Ali’yi zehirli hançerle, İmam-ı Hasan’ı zehirli şerbetle, İmam-ı Hüseyin’i zehire daldırılmış kılıçlarıyla katlettiler?! O Şam bağileri değil mi ki “Ehl-i Beyt”in pakize namuslarını telvis ve temiz neslini imha ettiler?! O Şam bağileri değl mi ki İslâm’ın bağrına zehirli bir hançer olarak saplandılar; hilafeti ilga ederek ilk defa babadan oğula saltanat mel’anetini Müslümanların başına geçirdiler?! Ve o Şam bağileri değil mi ki Arap ırkçılığını İslâm nizamının yerine ikame ederek sair Müslümanlara “Mevali” dediler! O gün şiddet, şehvet, servet, ikbal ve iğfallere yaslanarak İslâm’ın ölüm fermanını imzalayan Şam bağilerinin torunları, bu gün ”IŞİD” kisvesiyle yeniden sahneye çıktılar.

ABD emperyalizmiyle gayr-i meşru nikâhlı Arap Vehhabileri, kendi beslemeleri olan ve sözüm ona “Sünni” geçinen eski tüfek “Baasçılar”ı sahaya indirerek, estirdikleri korkunç terörü, İslâm ve cihad kisvesinde dünyaya servis ederken, 1400 sene sonrasında bir kez daha İslâm’a karşı yatışmaz kinlerini –İslâm’ı terörle eşdeğer haline getirterek–  göstermiş oldular. 

 Emperyalizmin güdümündeki Suudi krallığı ve onun beslemeleri olan “Vehhabî Selefiliği”, Şia düşmanlığını bahane ederek estirdikleri tedhiş sayesinde, İslâm’ın ve Müslüman’ın imajını beş paralık etmekle, tarihin kaydedeceği en büyük darbeyi indirmiş oldular. 

 Şialığı bir din haline getiren Fars ırkçıları ile Vehhabiliği/Selefiliği din edinen Arap ırkçıları, İslâm sosuyla takdim ettikleri tedhişçi cihad anlayışı ve uygulamalarını, Ortadoğu vitrininden dünyaya servis ederlerken, bir taraftan emperyalist dünyasına el ovuşturmakta, diğer taratan mazlum ve müstazaf Müslümanları ve İslâm’a gönül veren dostlarını derinden derine yaralamaktalar; onlara kan ve irin kusturmaktalar...

Dökülen kan Müslüman’ın kanıdır ve bu kan özellikle de mazlum ve günahsız insanların kanıdır. Dökülen kan, sadece hayatları karartmıyor. Sadece şehirleri ve medeniyetleri viraneye çevirmiyor; bu kan, İslâm’ın kaybıdır; dünyanın umudu ve özgürlük güneşi olan İslâm’ın tükenişidir; İslâm’ın sönmesidir. Bu tüketme ve söndürme operasyonu, doğrudan doğruya emperyalist ve Siyonist bloğun maharetidir; onların projesidir. Sahnede görünen tedhişçi örgütler yalnızca figürandırlar, piyondurlar;  emperyalizmin kin ve kan kusan silahıdırlar. Bu piyonlar, bu hipnoz edilmiş kuklalar, bu çılgına çevrilmiş katiller sürüsü, emperyalistlerce yazılmış senaryonun figürleridirler, iradesiz oyuncularıdırlar. Asıl aktörler, asıl kazanan taraf perdenin arka planındaki emperyalistlerdir. O emperyalistlerdir ki, onlar hakkında “Ve sen (kendi dininden vazgeçip)onların dinlerine tabi olmadığın sürece Yahudiler ve Hristiyanlar senden asla razı olmazlar!”(Bakara, 120) diye resmedilen küfür dünyasıdır. 

Yerli işbirlikçileriyle İslâm’a ve Müslümanlara fasılasız darbeler indiren Emperyalizm, öte taraftan yavuz hırsız misali, kendisini bu yaşanılan kaoslardan temize çıkartarak, kendisi gibi bütün dünyayı işgal eden propaganda ve reklam araçlarıyla, enformatif ve dezenformatif ağlarıyla beyinlere ve bilinçaltlarına sızarak, nüfuz ederek toplumları ve hassaten de yedeğine geçirdiği yarım aydın ya da aydın bozması kalemşörleriyle İslâm’a saldırmakta, Müslümanları karalamakta ve geriye kalan yarım yamalak İslâmî imajı da tümden imhaya çalışmaktalar. Geçmişte hacılar, hocalar, şeyhler, sofular ve softalar üzerinden İslâm’a cephe alanlar, İslâm’la savaşanlar, bu gün de –mal bulmuş mağribî gibi– İslâm adına hareket ettiğini sanan ya da sanılan Arapçı tedhişçiler üzerinden saldırıyorlar. “İşte Müslüman, İşte İslâmiyet’iniz!” gibisinden müstehziyane salvolarla Allah’ın nurunu söndürmeye, o güneşi karartmaya çalışıyorlar. Bunu hem Türk, hem Arap, hem Fars ve hem de Kürd sekülaristleri, komünistleri ve ulusalcıları koro halinde seslendiriyorlar; akıl ve istikamet hocaları olan Emperyalist propagandacıların dümen suyunda kürek çekiyorlar.

Kimse şunu sormuyor: “İslâm’ın iki temel referansı olan Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in sahih sünnetinde şiddeti öven, şiddete teşvik eden bir açıklama var mıdır? Kur’an’ın birinci müfessiri ve ilk uygulayıcısı olan Hz. Peygamber’in uygulamasında şiddet yaşanmış mıdır? Kur’an ve Sünneti hakkıyla yaşayan adil hükümdarların icraatlarında ve ilmiyle amil âlimlerin beyanlarında, tefsirlerinde şiddet görülmüş müdür?” Bu sorular artırılabilir. 

Önemli olan İslâm’ın özüdür; temel kaynakların sunduğu öğretilerdir. Bu noktada, İslâm adına işlenen cinayetlerden, mel’anetlerden İslâm beridir ve asla ona mal edilemez, edilmemelidir. Nasıl ki, Mel’un Yezid’in, Ben-i Ümeyye’nin iktidarı uğruna ve Haşimoğulları’na karşı olan muzmer kini adına işlediği cinayetler ve trajik Kerbela vakası İslâm’a mal edilemiyorsa... 

Mü’minin tarifi bellidir: “Elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.”(Tirmizî, İman, 12) Çünkü “iman” ile “eman”(güvence), “İslâm” ile “selamet”(muhafaza) aynı kaynaktan doğarlar. Gerisi, insanların kendi ırkî, mezhebî ve menfaate dayalı taassuplarının, sultalarının tezahürüdür...

Mezhebi din ve devlet siyaseti haline getiren Vehhabi Suudi rejimi ile Şii İran rejimleri ve onların şahsında diğer uzantıları şu an itibariyle İslâm coğrafyasının bağrında iki fitne odağı haline gelmişlerdir. İslâm’ı bir tarafa bırakıp bütün siyasetlerini, ulusal ve uluslararası ilişkilerini mezhepçilik üzerinden yürütüyorlar. Mezhebe bina edilen bir din anlayışının ise, barış ve tevhide vesile olmadığını, olamayacağını yüzyıllar göstermiştir. Son yılların bölgesel kaosu ise, bu gerçeği daha da belirgin kılmıştır. 

Hz. Peygamber’in ümmete bıraktıkları arasında mezhep olmadığına göre, Müslümanların ivedilikle bu cendereden kurtulmaları gerekir. Tefrika, fitne ve anarşiye malzeme olacak bu taassuplardan mutlaka arınmalıdır. Irkçılık ve mezhepçilik, geçmişten günümüze İslâm ve insanlık düşmanlarının elinde en büyük yıkım araçlarındandırlar. Bu bilinen bir gerçektir. Ama ders alınmadığı için, bu araçlar şimdilerde daha ustaca ve daha yıkıcı olarak kullanılmaktadırlar. 

Daha yakın tarihte emperyalist ABD ve İngiliz askerlerince Ebu Gariplerde, Guantanamolarda, Irak ve Afganistan zindanlarında Müslümanlara reva görülen zulümler bilinirken, işgalcilerce telvis ve tahrip edilen camiler, camilerde işlenen cinayetler, payimal edilen namuslar, haysiyetleriyle oynanılan esirler ve anadan üryan bedenler üzerinde haysiyet kırıcı işgalci pozlar... Bu vahşet ve barbarlık ne çabuk unutuldu? 

Mazlum Müslümanlar Siyonist cinayetkârların bombalarıyla yok edilirlerken, bombardımanları alkışlarlarla ve şampanyalar patlatarak büyük bir zevk ve canavarcasına bir şehvetle izleyen fanatik Siyonist müsveddelerin bu kutlamaları bütün dünyanın, hassaten de Müslüman dünyanın körelmiş gözlerine ve kararmış gönüllerine bir zehirli hançer olarak saplanırken, halen bu mübarek ayda cihad naraları atan bedevî Arap ırkçılarının –adeta Siyonistlere rahmet okurcasına– kan dökmek şehvetine düşmeleri nasıl görmezlikten geliniyor? Böyle bir canavarlığa sessiz kalanların Siyonistlerin Gazze katliamlarını protesto etmeleri tam bir iki yüzlülük değil midir? 

Bu haysiyet fukaraları, dünyanın neresinde emperyalizme karşı şanlı bir direniş ortaya koyabilmişlerdir? Daha yakın tarihte, ABD’nin işgaliyle toz duman olan Baasçılar, nasıl oldu da birer mücahid kesildiler? “Tikrit arslanı” ve “Kadisiye komutan”ı olarak kendini yutturan ve emperyalistlerin destekleriyle yılarca İran’la savaşan Saddam, akıbet lağım çukurundan çekip çıkarılırken bu hempaları neredeydiler? Çil yavruları gibi sağa sola dağılan bu eski tüfek Baasçılar, nasıl oldular da bu kadar cesaretlendiler?! Emperyalistlerin silahlarıyla donatılan ve emperyalist kodamanlarca sırtları sıvazlanan bu terminatörler, Müslüman kanı dökmek ve İslâm coğrafyasını istikrarsızlaştırmak adına her türlü desteği hakketmişe benziyorlar! 

Evet, Filistin’de, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da, Miyanmar’da, Burma’da, Filipinlerde, Keşmir’de, Kürdistan’da hiç bir varlık sergilemeyenlerin, şimdi petrol bölgesinde, enerji koridorunda birer arslan kesilmeleri ve “Allahu  Ekber” sedalarıyla Müslümanlara saldırmaları, kafa kesmeleri, onların doğrudan doğruya kimlerin güdümünde olduklarını anlamak için yeter de artar bir durumdur. 

İşte asıl haysiyetsizlik ve şerefsizlik odur ki, Emperyalist işgalcilerin beynine ve kapkara sinelerine yöneltilmesi gereken namluların mazlum ve masum insanların bedenlerinde kusturulmasıdır. Yoksa, kefere ve fecerelere kına yaktıran, Müslüman dünyasını ise yasa büründüren bir tedhiş ve terör dalgasına  “Cihad” ve “Direniş” demek mümkün olmadığı gibi, böyle bir çıkıştan yola çıkarak İslâm’ı karalamak da , sadece bir kasd-ı mahsusa binaendir ve emperyalizmin kara propagandasıdır. Hafıza-i beşer nisyan ile malul olsa bile, tarih bu zillet ve meskeneti unutturmayacaktır!

Müslümanları aptal balıklar menzilesine indiren emperyalist kâfirler, bütün İslâm coğrafyasına ağlarını örmüş ve yerli uşaklarıyla, ileri karakollarıyla, öncü kuvvetleriyle mal, can, namus ve sair mukaddesatlarımızı payimal ediyorlar. Müslümanları arena boğaları derekesine indiren işgalci emperyalistler, işbirlikçi matadorlarıyla hırpaladıkça hırpalıyorlar ve nihayet güç ve takatten düşürdükleri mazlum ve müztazaf insanlarımızı kendi menhus ve kirli emellerine kurban ediyorlar.

Müslümanları av hayvanları menzilesinde gören lanetlik emperyalizm, onları parça parça ana gövdeden koparamaya; ırk, mezhep ve cemaat taassuplarıyla ayrıştırarak yeryüzünün etkisiz ve yetkisiz unsurları halinde paralıyorlar. Emperyalistlerin bunca tuzak ve komplolarına rağmen, kendi kendini ısıran akrepler misali, bütün kinini ve zehirini bu aşağılanmış ve mensupları kobaylara dönüştürülmüş İslâm coğrafyasında kusan sözde Müslüman evlatlarının, bir değil, bin defa düşünmesi gerekir. ”Ben kimim? Kime karşı kimlerin silahını kullanıyorum? Cihad ve direniş adına hangi emperyalist odakların fedailiğini yapıyorum?” diye sormalıyız; sorgulamalıyız!

Mezhepçilik, ırkçılık ve din adına ileri sürülen her türlü ayrıştırıcı unsurlar birer yemdir ve bu yemi bu gün için en ustaca kullananlar emperyalistlerdir. Tarihte Haçlıları, Moğolları İslâm dünyasına saldırtan emperyalist zihniyet ve odaklar, aynı zamanda Müslümanların zihin ve inanç dünyasında ihdas ettikleri yüzlerce sapık ve aşırı fırkaların elleriyle hem maddi, hem manevi anlamda bünyemizi güçsüz ve etkisiz kılmışlardır. 

Bir zamanlar “Hariciler” gibi terörle başı derde giren Müslümanlar, bir başka zaman “Haşhaşin” denilen tedhiş örgütleriyle kapana kıstırılmışlar. Bu saldırılar hiç bir zaman son bulmamış ve bulmayacaktır da. Zira iman ve küfür mücadelesi hiç bir zaman bitmemiştir. İman her ne kadar hep güven ve emniyeti, barış ve adaleti öngörmüşse, ona mukabil küfür hep insanların ve yaşadıkları yerküresinin fesadı ve karanlığı olmuştur. Çünkü küfrün bir diğer adı karanlıktır. İşte küfrün mümesili ve örgütlü üst çatısı olan emperyalizmizin önümüze sürdüğü zehirli yemlerine körü körüne atılanların kendileriyle birlikte ezilen kardeşlerini intihara sürüklediğini, adeta kolkola harakiri yaptıklarını unutmamalıdırlar! 

Kendilerine “Müslüman’ız, Mücahidiz, Hilafetçiyiz” diyen bağnaz ırkçı-mezhepçi fırkalar hiç bir mukaddesata hürmet göstermeksizin Ortadoğu’nun dört bir yanında kan dökmekteler, vahşet ve barbarlığın en ilkel şeklini icra ediyorlar. “Haram Aylar”, “Mübarek Geceler”, “Kur’an Ayı” demez; tıpkı on dört asır öncesinin ilkel müşrikleri gibi, hiç bir kutsala saygı duymazlar, katliam ve çapul yaparlar. Aklı, imanı, vicdanı, insanlığı, insanî değerleri hiçe sayan; hissi, hevesi, kini, kanı önceleyen ırkçı ve mezhepçi bir anlayışa İslâm denilebilir mi? İslâm’ın ruhuna suikast olan bu çıkışlar, olsa olsa, sadece “vahşet” ile tanımlanabilir. Şeytana kulluk edenler, şeytanı dost edineler ve kolektif şeytanî güçlerin emirber askeri olanlara Allah’ın kulları ve Muhammed’in ümmeti denilebilir mi? 

Cehalet, yoksulluk, tefrika, taassup(ırkî ve mezhebî), yanlış telkinler, yanlış yorumlar, ayetlerin siyak ve sibakından bihaber oluşlar, nüzul sebeplerini bilmemek, his ve ihtirasların etkisine girmek, hikmetsizlik ve ferasetsizlik, çağı tanıyamamak, katı fıkıhçılık vb. nice unsurlar var ki, İslâm ümmetinin en büyük problemleridir. Bu problemler, aynı zamanda emperyalizmin istismarına ve karşı propagandalarına en açık alanlardır. Bu alanlar kin, nefret, düşmanlık ve çatışmaların zuhuruna da münbit birer zemindirler. Bu zeminde emperyalistlerin serpiştireceği her nifak ve şikak tohumu bilaistisna yeşermeye ve neşvünemaya müheyyadır. Akı ve feraset odur ki, düşmanı sezmek, yapıp ettiklerini farketmektir.  İman ve İslamiyet odur ki harici düşmanın tecavüzatına karşı vahdeti pekiştirmek, sırt sırta veren taş ve tuğlalar gibi İslam camiasının binasını sağlam tutmaktır. 

Mazlumun ahının arş-ı alaya yükseldiği bu günlerde, nusret-i ilahiyenin nüzulunu intizar umuduyla, Ramazan’ın ve içinde işlenen hayır-hasenatın hürmetine mazlum insanlarımızın terörün her türlüsünden azad olması temennisiyle herkese hayırlı Ramazanlar...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.