EMPERYAL SİYASETİN SINIRLARI (4)
Bayram Bozyel
08 Ekim 2020 Perşembe 15:35
Geçen yazıda Türkiye’nin izlemekte olduğu yayılmacı ve saldırgan dış siyasetin dayandığı üç sacayağına değinmiştim. Bunları, sırasıyla Osmanlıdan devralınan imparatorluk kültür mirası; Türkiye’nin Kürdistan’da yüz yıla varan sömürgeci varlığının yol açtığı dev askeri güç ve son olarak çok kutuplu dünyanın Türkiye gibi ülkeler bakımından oluşturduğu boşluklar ve fırsatlar olarak açıklamaya çalışmıştım.
Türkiye, söz konusu askeri gücüne dayanarak emperyal emellerini ilk planda Suriye’de, özel olarak da Suriye’nin Kürt Bölgesi’nde hayata geçirme imkânı buldu. Suriye, bu açıdan bir laboratuvar işlevi gördü. Türkiye, böylece hem askeri birikim, deneyim ve teknolojisini test etmiş oldu, hem de ABD ve Rusya gibi süper güçlerin zaaf ve açmazlarını açığa çıkartıp bunlardan azami yararlanma fırsatını yakaladı.
Türkiye’nin Suriye’deki işgal girişimlerinin temel nedeni hiç kuşkusuz Kürtlerin özgür bir statüye kavuşmasını engellemektir. Kürt karşıtlığı Türkiye’nin iç ve dış siyasetini baştan aşağı belirleyen bir faktördür. Ancak Türkiye’nin dış siyasetinin Kürt karşıtlığını da aşan emperyal boyutlarının olduğu açık bir gerçektir.
“İleri Savunma Doktrini”
Son dönemde Türk dış politikası “ileri savunma doktrini” ekseninde şekillenmektedir. Bu yaklaşıma göre Türkiye’nin savunması sınır ötesi alanlardan başlamaktadır. Bu ise Türkiye’nin sınır ötesi alanlarda asker bulundurma, askeri üsler kurma, askeri gücü tahkim etmeyi gerektirir.
Öte yandan ulusal savunma ya da milli güvenlik gibi kavramların Türkiye’nin yayılmacı emellerini örten bir şal işlevi gördüğünü belirtmek gerekir. Başka bir ifade ile ülkenin savunması söylemi adı altında asıl varılmak istenen hedef, bölgede ve dünyada siyasi ve ekonomik olarak daha çok yayılmaktır.
Bu yaklaşım çerçevesinde Türkiye en büyük askeri üssünü Somali’de kurdu. Güney Kürdistan’da askeri varlığını kalıcı hale getiren hamlelerde bulunmakta, Suriye’nin dört bölgesinde asker tutmakta, Libya’ya asker çıkartarak buradaki savaşın bir parçası olmaktadır. Son bir hafta içinde ise Türkiye, Ermenistan-Azerbaycan savaşında bütün gücüyle Azerbaycan yanında savaşa abanmış bulunmaktadır.
İleri savunma doktrini aynı zamanda A. Davutoğlu’nun müellifi olduğu “Stratejik Derinlik” teziyle büyük oranda örtüşmektedir. Davutoğlu’nun bir dönem dile getirdiği “İstanbul’un savunması Bosna’dan, Erzurum’um savunması Grozni’den başlar” ifadesi bugünkü Türk dış siyasetini çok açık bir biçimde açıklamaktadır.
Ne var ki bu tam bir kısır döngüdür. İstanbul’un savunması Bosna’dan başlıyorsa, o zaman da Bosna’nın savunması nereden başlar sorusu gündeme gelecektir. Ya da Türkiye’nin sınır güvenliği için Afrin, Kobani ve Kamışlo işgal edilecekse, buraları savunmak için Suriye’nin tümünü işgal mi etmek gerekir? Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak dış politikanın militarizasyonuna yol açmakta, sonu hüsranla bitmesi mukadder bir emperyal savaşa kapı aralamaktadır.
Türkiye’nin son birkaç yıldır Irak’tan Somali’ye, Katar’dan Libya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada sürdürmekte olduğu askeri, siyasi ve ekonomik nüfuz savaşı esas olarak söz konusu ileri savunma stratejisine dayanmaktadır.
Bu ileri savuma tezinin diğer bir versiyonu ise Mavi Vatan kavramıdır. Mavi Vatan, Türkiye’nin yayılmacı dış siyasetinin denizlerde uygulanmasını öngörmektedir. Bu yaklaşım 2015 sonrasında Türkiye’nin deniz alanlarında aktif ve askeri güce dayalı stratejisinin temelini oluşturmaya başladı. Mavi Vatan kavramını savunan subayların aynı zamanda Batı karşıtı ve Avrasyacı bir eğilime sahip olduğunun altını çizmek gerekir. Mevcut dış politika aynı zamanda Türkiye’deki iktidar kompozisyonunun niteliğini de bize göstermektedir.
Akdeniz ve Libya’da paylaşım mücadelesi
Türkiye 2011 yılında başlayan Arap baharını bölgesel liderlik bakımından önemli bir fırsat olarak gördü. Ancak Mısır’da Mursi iktidarının bir askeri darbeyle devrilmesi Türkiye’nin Müslüman Kardeşler üzerinden Doğu Akdeniz şeridinde ulaşmak istediği hedeflerini suya düşürdü.
Aynı süreçte NATO’nun müdahalesiyle Kaddafi iktidarının son bulduğu Libya dipsiz bir iç savaşa sürüklendi. 17 Aralık 2015’te Birleşmiş Milletler ’in girişimiyle Fas’ın Suheyrat kentinde varılan anlaşmayla Başkanlık Konseyi kuruldu. BM’nin Libya’nın tek meşru gücü olarak tanıdığı Konseyin başkanlığına Fayiz es- Serrac getirildi. Ne var ki Tobruk’taki Temsilciler Meclisi de BM tarafından meşru bir organ olarak tanınıyor ve onun onaylamadığı Trablus’taki Başkanlık Konseyi’nin hiçbir tasarrufu hukuki bir nitelik kazanmıyor.
Başka bir ifade ile Libya siyasi ve askeri olarak parçalanmış bir ülke. Trablus ile Tobruk arasında bölünmüşlüğünün yanında yüzlerce askeri ve militer güç bu ülkede at koşturuyor.
Ama Libya’nın en önemli özelliği dünyadaki en büyük petrol rezervlerine sahip olması. Diğer ülkelerin olduğu gibi Türkiye’nin de Libya’da iştahını en çok kabartan petrol faktörü.
Bu tabloyu fırsat olarak gören Türkiye, General Hafter’in saldırıları karşısında sıkışan Trablus’taki Serrac’ın Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile ilişki kurdu. UHM denetimindeki savaşçıları eğitmek üzere askeri personel gönderdi, Vatiyye Hava Üssü’ne güçlerini yerleştirdi. Dahası Suriye’den taşıdığı cihadist milisler ve Trablus yönetimine verdiği askeri-teknik destekle Hafter’in saldırılarını durdurarak savaşın seyrini değiştirdi.
Türkiye’nin Libya’ya ilgisinin ekonomik ve jeopolitik kaygılara dayandığı açıktır. İktidara yakın çevreler Türkiye’nin Libya politikasının dayanması gereken hususları anlatırken bu niyetlerini açıkça dile getiriyorlar. Buna göre iki ülke ilişkileri enerji ve yatırım alanlarında derinleşmeli, kara ve denizde petrol faaliyetleri yürütülmeli, Türk şirketleri serbestçe yatırım yapmalı, Libya’nın yeniden yapılandırılmasında Türkiye belirleyici olmalıdır.
Türkiye’nin amacı bir yandan Libya’yı bölgesel liderlik için bir sıçrama tahtası olarak kullanmak, daha önemlisi askeri müdahalelerle yerel hükümeti kendine bağlayarak buradaki ekonomik pastadan pay kapmaktır. TPAO’nun yerel hükümetle petrol arama anlaşması yapmasını, Türk firmalarına yatırım imkanlarının aranmasını, Libya’daki döviz rezevlerinin bir kısmının Türkiye’ye getirme girişimlerini sömürgecilik ve emperyalizm dışında başka bir kavramla tanımlamak mümkün değil.
Türkiye, benzer şekilde Doğu Akdeniz’de de enerji paylaşım kavgasına girmiş durumda. Son yıllarda keşfedilen yeni enerji kaynakları nedeniyle Doğu Akdeniz uluslararası aktörlerin yeni paylaşım alanına dönüştü. Türkiye bu mücadeleye büyük bir hırsla girdi. Kıbrıs açıklarında yaptığı sondaj çalışmaları uluslararası alanda tepkiyle karşılaştı. Türkiye bu paylaşım mücadelesine sıkça yaptığı gibi askeri gücüne dayanarak katılıyor. Bir buçuk yıl önce yüz küsur savaş gemisiyle gerçekleştirdiği Mavi Vatan deniz tatbikatı Türk dış politikasının tarzını açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin 27 Kasım 2019’da Libya’daki Serrac hükümetiyle imzaladığı deniz yetki alanlarına ilişkin mutabakat Akdeniz’deki gerilimi iyice artırdı. Son dönemde Oruç Reis gemisiyle ilan edilen Navtexler Türkiye’yi Yunanistan’la savaşın eşiğine getirdi. Ulusalcı-ırkçı tayfanın köpürtmelerine bakılırsa Yunanistan’a bağlı adaların hepsinin ele geçirilmesi an meselesiydi
Hırsın ve gücün sınırları
Oysa her hırsın sonuçta toslayacağı bir duvar, her gücü durduracak bir sınır var. Türkiye’deki ulusalcı maceraperest çevreler Libya’dan gelecek petrol dolarlarının şehvetine kapılırken, Mısır bütün oyun planlarını alt üst etti.
Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah el Sisi 20 Haziran’da Libya sınırında yaptığı konuşmasında Türkiye’nin önünü kesmek için Libya’ya müdahale tehdidinde bulundu ve Sirte-Cufra hattını kırmızı çizgi olarak ilan etti. Türkiye’nin “meşru hükümeti destekliyoruz” tezine karşı Sisi, “BM’nin tanıdığı seçilmiş tek meşru otorite olan Temsilciler Meclisi’nin talebi üzerine” müdahalede bulanacaklarını belirtti. Ardından Fransa ve Rusya’nın etkin girişimiyle önce General Hafter geri plana çekildi. Daha sonra 21 Ağustos’ta UMH adına Serrac ile Temsilciler Meclisi başkanı Akile Salih arasında ateşkes ilan edildi. Oysa Türkiye Trablus’u güvence altına aldıktan sonra gözünü Libya’nın zengin Petrol Hilali’ne dikmişti.
Sonra Temsilciler Meclisi ve Başkanlık Konseyi’nden heyetler Lozan ve Kahire’de görüşmelere başladı. Mısır, Libya’da Temsilciler Meclisi’nden yana taraf olduğu halde bu ülkede çözüm platformu olmayı başarırken, Türkiye’deki maceraperest çevrelerin payına düşen tam düş kırıklığı oldu. Esas şok etkisi yaratan ise çokça angaje oldukları Serrac’ın Ekim ayı sonunda başkanlık görevinden istifa edeceğini duyurmasıydı. Serrac, istifasına gerekçe olarak barış görüşmelerini kolaylaştırmak ve ortak bir yönetimin oluşmasına fırsat vermek şeklinde açıkladı.
Başka bir ifade ile Türkiye’nin bütün stratejisini üzerinde kurduğu Trablus’la attığı imzaların bir kıymeti kalmadı. Bunu gören Erdoğan ise uzun zamandır aşağılayıp uzak durduğu Mısır’la yeniden ilişki kurmak için alttan almaya başladı.
Benzer karşı hamleler Akdeniz’de de geldi.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşması yapma, donanma çıkarma, tatbikat yapma ve navtex ilan etme araçlarla yürüttüğü siyaset sonuçsuz kaldı. Bu siyaset aksine Türkiye’yi görülmemiş bir blokla karşı karşıya getirdi. ABD, Fransa ve Rusya Güney Kıbrıs’la askeri ilişkilerini geliştirdi. ABD, Fransa, Yunanistan, Mısır, İsrail, BAE ve Suudi Arabistan Türkiye’nin karşısında ortak bir cephe oluşturdu. ABD Güney Kıbrıs’sa silah ambargosunu kaldırdı, Yunanistan Fransa’dan yeni savaş ve hava savunma sistemleri aldı. BAE, Yunanistan, Fransa ve İtalya Girit açıklarında askeri tatbikat düzenledi.
Bu gelişmeler zincirinde Fransa’nın uzun bir aradan sonra Doğu Akdeniz’de tekrar boy vermesinin; Libya, Ürdün, Lübnan ve Irak’ta büyük güç statüsünü yeniden hissettirmesinin büyük etkisi oldu. Türkiye’nin kontrolsüz çıkışları, özellikle de İsrail ve Mısır karşıtı tutumu, ABD’yi İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Mısır, Fransa eksenini desteklemeye zorladı.
Başka bir ifade ile ABD, Erdoğan iktidarına Batı karşıtı ve Rusya’ya yakınlaşmanın bedelini ödetiyor.
Sonuç olarak Libya’dan Akdeniz’e kadar her sorunun ve çatılmanın tarafı olan Türkiye, gelinen noktada askeri gücünü kullanmanın sınırına ulaştı. Onun hırslı, saldırgan ve her sorunu askeri güce dayanarak çözme politikası tıkandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, izlediği yanlış politikadan gerekli sonuçlar çıkartıp ondan vazgeçmek yerine, her zamanki” “U” dönüşleriyle enseyi karartmamaya çalışıyor. Son dönemde Doğu Akdeniz’deki sorunlar bağlamında dillendirdiği “önkoşulsuz görüşmeye hazırız” yaklaşımı gelinen tıkanmanın dayattığı bir sonuçtur.
Boşuna çivi çiviyi söker denmemiş, her oyunun bir karşılığı olduğu söylenmemiştir.
Marx, tarihteki bütün önemli olayların iki kez yinelendiğini belirtir; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak. Oyunun son perdesini hep birlikte görüp izleyeceğiz.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.