24 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara1°C
  • İzmir6°C
  • Berlin4°C

DUVAR GİBİ SAĞIR

Murat Belge

28 Mayıs 2013 Salı 08:38

Bizim “âkil insan”lık çalışmasının başlangıçta belirtilen sonuna geldik. Uzatılmasına gerek görülmezse son raporumuzu sunup bu işi noktalayacağız.

Benim payıma güney-doğu bölgesi düşmüştü. Burası zaten yıllardır epey sık gidip geldiğim ve insanlarını oldukça iyi tanıdığım bir bölge. Ayrıca, “memleketi bölüyorsunuz” diyen insanların çoğunlukta olmadığı bir bölge. O bakımdan belki burada çalışmak başka yerlerden daha kolay olmuştur. Ama buranın da ciddi bir zorluğu vardı hâlâ var: insan acılarıyla yüz yüze gelmek. Bunca yıllık çatışmanın geçtiği bölge; adım başında acıyla karşılaşıyorsunuz.

Roboski’ye gitmek, örneğin. Yakınlarını kaybetmiş o kadınların acılarını çaresiz bir şekilde görmek, seyretmek...

Roboski bu acılar zincirine yeni eklenmiş bir halka. Ama bu bölgenin her ağacının, taşının, çalısının anlatacağı bir başka hikâye var. On yıl önce, on beş yıl önce, yirmi yıl önce olanlar. Ölen, yaralanan insanlarla da bitmiyor; yanan köyler, yanan ormanlar...

Gidip gelirken yazdığım yazılardan birinde “korucular” konusuna değinmiştim. Devlet orada hangi insanlar arasında husumet şu bu olduğunu öteden beri çok iyi bilir. Bunlara göre bazı insanları “korucu” yaparak yeni husumet tohumları ekmek, kapanması zor yaralar açılmasına sebep olmak... Orada barış nasıl sağlanacak?

İlkin Diyarbakır’a gitmiştik. Orada bir arkadaş elime bir dosya verdi. Bu arkadaşın adı Ercan Önen. Sorunu, ailesinden üç kişinin (annesi, babası, ağabeyi) bir gecede öldürülmesi. Bu olay 1993’te Mardin’de olmuş; yani yirmi yıllık bir olay. Yirmi yıldır üstü örtülmüş kapatılmış.

“Annesi, babası, ağabeyi” diyorum. Bunu böyle söylüyoruz, yazıyoruz, kâğıt üstünde bir satır etmiyor; hepsi 19 harfe sığıyor. Ama Ercan Önen’in duygularını anlamaya çalışırsak, içinden geçenlerin benzerini kendi içimizden geçirmeye çalışırsak, dibi olmayan bir acı birikimiyle karşılaşırız. İşte bu böyle bunlarla dolu.

Burada davacı tarafın söylediği, bu işi “korucu”ların yaptığı. Baba, ölmeden önce, son nefesinde, “falancalar” vurdu, diyebilmiş. Sağ kalan kardeşler dava açmış. “Fail” olduğu iddia edilenler lehine tanıklar çıkmış. “Olay sırasında birlikte nöbet tutuyorduk” tarzında “tanık ifadeleri” var. Çeşitli mahkemeler olayı yaratanların “terör örgütü” olduğuna karar vermiş.

Sağ kalan kardeşleri buna ikna etmek mümkün değil. Ama yalnız onları değil; dava Türkiye’de bekleneceği şekilde kapatılınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmişler. Tabii o mahkemenin bu cinayeti kimin işlediğini ortaya çıkarmasının imkânı yok. Onlar, Türkiye’deki mahkemenin kararının yeterli soruşturma ve kanıta dayanmadığına karar vermişler tabii, bu mahkemenin Türk üyesinin muhalefet şerhiyle...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi böyle karar veriyor da ne oluyor?

Tabii hiçbir şey olmuyor. Burası kapı gibi yerli yerinde duruyor. Jandarma rapor vermiş: olayı “terör örgütü PKK’nın” yaptığı ve olay hakkında hiçbir ipucu bulunmadığı aynı cümle içinde söyleniyor. Sonra verilen her karar da aslında bunu tekrarlamak ve pekiştirmekten başka bir şey yapmıyor.

Elimdeki dosyayı bizim grubumuz içindeki hukukçulara devredeceğim tabii, ama şu iki satırı da yazmadan edemedim.

Güney-doğuya her gittiğinizde, konuştuğunuz herkesten buna benzer hikâyeler dinliyorsunuz. Onlar çaresiz, siz çaresizsiniz.

Ve Ege’de, Marmara’da soruyor vatandaşlarımız, “Bu Kürtler ne istiyor?” diye.

Gerçekten, ne istiyor bu adamlar? Dertleri ne?

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.