DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ ÜZERİNDEN RİSALE-İ NUR’LARIN TAHRİFATI- 9
Abdullah Can
06 Haziran 2013 Perşembe 13:53
Risale-i Nur Külliyatı’nın hemen hemen bütün eserlerinde az-çok tahrifat yapılmıştır. Bu, araştırmalarımız sonucunda ortaya çıkan bir gerçek olup zan ve tahmine dayalı bir iddia değildir. Çıkarmalar, ilaveler ve değiştirmeler şeklinde icra edilen bu tahrifat, bazı kitaplarda çok, bazılarında azdır. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da müşahhas delil ve belgelerle bu iddiamı ispatlayacağım. Mücerred iddiaların bir kıymet-i harbiyesi olmadığından, şahsen belgelerin dışına çıkmamayı bir prensip ve hakperestlik olarak telakki ederim. Dolayısıyla hassas bir konuda sarf-ı kelam ederken, bir söyleyip on düşünmenin, bir yazarken on okumanın gerekliliğine inanırım ve bu inancımda kararlılığımı bozmayacağım. Aksini iddia edenlerin de aynı hassasiyete sahip olmalarını ve davranmalarını talep ederim.
Aşırı ve abartılı iddiaların hiç kimseye bir faydası yoktur; bunun bilincindeyim. Birilerinin zannettiği gibi, ben tahrifattan bahsederken, hiçbir zaman bütün eserlerin topyekûn tahrif edildiğini iddia etmemişim ve edemem de. Mesela Tabiat Risalesi, Otuz Üçüncü Söz, Haşir Risalesi… gibi imana ve tevhide dair onlarca risalenin hiçbirinde, tahrifat denilecek bir tasarrufta bulunulmamıştır. Harf ve kelime düzeyinde müdahaleler olmuşsa da, manayı bozacak düzeyde değildir. Hal böyle iken, benim yazılarımdan hareketle, sanki bütün “Külliyat”ın tahrif ve tahribe uğradığı iddiasında bulunduğumu söylemek, böyle bir sonuca varmak ne kadar yanlış ve kasıtlı bir çarpıtma ise, Külliyatın tek bir harfine, tek bir kelimesine dahi ilişilmediğini iddia etmek de bir o kadar yanlış ve peşin görüşlülüktür. Orta yolu bulmak ve insaf ölçülerinden şaşmamak için bütün aşırı uçlardan, ifrat ve tefritlerden uzak durulmalıdır. Orta ve istikametli yol ancak böyle kazanılır.
Konumuza dönersek; Risale-i Nur Külliyatına dâhil eserlerden tahrifat mezalimine maruz kalan ilk sıra eserlerden biri de “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harbî Örfî” adlı kitaptır. Bu kitap yoluna-yoluna adeta tanınmaz hale sokulmuştur; deyim yerindeyse, kuşa çevrilmiştir. Adı geçen kitap, bilindiği gibi bir savunmadır. Bu savunma, 31 Mart hadisesinin hemen sonrasında, zorba, ırkçı ve katliamcı İttihad-Terakkî oligarşisinin mahkemesinde; Hurşit Paşa ve hempalarına karşı irticalen okunmuştur. Serapa, ilim ve cesaret mahsulü olan bu müdafaa, Merhum Ahmed Ramiz Beyefendi tarafından kitap halinde neşredildiğinde, aynı ırkçı ve diktatör yönetim tarafından, oligarşik iktidarlarına karşı zararlı fikirler neşrediyor diye zararlı yayınlar kategorisine alınmış; yayılmasına engel olmak için güvenlik birimleri alarma geçirtilmiştir. Ama sadece toplattırılması… Yoksa kitabın muhteviyatı değiştirilsin, cümleleri tahrif edilsin; ekleme ve çıkarmalar yapılarak tanınmaz hale sokulsun denilmemiştir. İşte, açık düşmanlarla sinsi olanların farkı! Merakı olanlar için söz konusu “toplatma” belgesini takdim edeyim:
İttihatçı komitenin istihbaratına ait olan 23 Eylül 1909 tarihli bu belgenin sadece altı çizili kısmını latinize ederek o günkü zihniyeti teşhir ve bu günkü zihniyetle olan ortak ve farklı yanlarını dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Kürdî unvanıyla Bediüzzaman tarafından tahrîr ve neşredilmiş olan risalenin münderecatı tehyîc-i efkârı bâdî bir takım makalât ve terehâtı havî olduğu görülerek Emin Merkez Memuriyetine, elde edilen bir nüsha, İstanbul Polis Müdüriyeti tevdi edilmiş ve risale-i mezkûrenin aynen ve leffen takdîm kılınmış olmakla Divan-ı Harb-i Örfî’ye ba-tevdi, münderecatına nazaran, icabının icra ve nüsha-i münteşirenin toplattırılmasına…”
Evet, görüldüğü gibi, 1909 ile 2009 arasında bir zihniyet farkı oluşmamıştır. Tek fark, o gün yasaklama ve toplattırma vardı, bu gün ise bozma ve amacından uzaklaştırma vardır. Hangisi daha tehlikeli? Bana kalırsa, tahrif ve tahribin (içinin boşaltmanın) tehlikesi daha büyüktür. Zira beraberinde, amacından uzaklaştırma ve saptırmayı getirmektedir; getirmiştir de… Yoksa maddi yasaklamaların, toplattırmaların kitle psikolojisi üzerinde daha çok merak ve rağbetin uyanmasına vesile olduğu bir gerçektir. Yakın tarih, bunun binlerce misaliyle doludur. Her ne ise… Gelelim mevzubahis kitabımıza…
Yukarıda değindiğim gibi, bazı müfritlerce (aşırı uçlar) Üstad’ın hiçbir eserinde –bırakın paragraf ya da cümle– bir tek harf ve sözcük bile değişmemiştir; değiştirilmemiştir. Yani tahrifat sıfır düzeydedir. Değişiklik gibi görülen yerler de, bizzat Üstad’ın kendi müdahaleleridir, kendi düzeltmeleridir. Güya Üstad, bir zaman söylediklerini, sonradan doğru, mantıklı, yerinde ve sağlıklı bulmamıştır; üzerlerine çizikler atmış, yeni şeyler söyleme ve yazma ihtiyacı duymuştur. Hâlbuki Üstad, bütün eserlerini mutlaka önce tashih eder, sonra basılmasına müsaade ederdi. Ki bu durum, bütün yazarlar için de geçerlidir. Ancak, söz konusu Üstad olduğunda, bu hassasiyetin birkaç kat artacağını söylememe herhalde gerek yoktur. O halde, adı geçen kitabın elimizdeki ilk iki baskısının birbiriyle uyumlu olması, onun bizzat Üstad tarafından redakte edildikten sonra, Ahmed Ramiz Efendi’ye tabedilmek üzere tevdi edildiğini göstermektedir. Bilinen bir gerçektir; “tashihat” dediğimiz redaksiyon işi Üstad’ın hayatının en önemli bir parçasıdır. Onun tashihata ne kadar önem verdiği, bazen bir harfin yanlış yazılması ya da değiştirilmesinin ne kadar büyük bir anlam kaybına veya bozulmasına neden olduğuna dair hassasiyetini Külliyat’ın müteaddit yerlerinde okuyoruz.
İşte, gerçek bu merkezde iken, bazıların kalkıp yok “nüsha farkı” imiş, yok “çeviri hatası” imiş, yok “müstensih hatası” imiş, yok “tedbir” imiş, yok “ibareleri umumileştirmek” imiş, yok “müellif-i muhteremin tasarrufu” imiş… İmiş de imiş. Kim yutar bu imişleri? İmişler üzerinde inşa edilen bir anlayışa nasıl itibar edilebilir? Hâlbuki bütün bu imişlerden vazgeçip bu güne kadar işlenmiş bütün hatalar tashih edilebilirdi; edilmeliydi de… Neden halen aynı hatalar, aynı tahrifat cinayetleri işlenip duruluyor? Bu hususta başkalarının tahribatlarını tamire, gediklerini kapatmaya, yırtıklarını yamamaya; kısacası, cinayet ve mezalimlerini örtbas etmeye çalışan kimi “ağabey”leri anlamak da mümkün değildir. Hiçbir inandırıcı delil ve belgeleri olmadığı halde, kalkıp “Efendim, Risale-i Nurların bir tek harfine, bir tek kimse müdahale etmemiştir; edildiğini iddia eden külliyen yalan söylüyordur” diyen o ağabeylere, sadece Divan-ı Harb-i Örfî’nin baş ve arka kısmından getireceğim iki örnekle nasıl yüzlerce kelimenin tahrif edildiğini göstereceğim ve onlara bir kez daha “ayıptır!”, “günahtır!”, “yaşınızdan-başınızdan hicap ediniz!” diyeceğim. İlk örnek: (Mevzumuz olan kitabın kapağından başlıyorum):
Kürdîzade Ahmed Ramiz Bey tarafından İstanbul’da 1328/1909 tarihinde Artîn Asadoryan ve Mahdumları Matbaasında tabedilen nüshanın kapağına baktığımızda gözümüze ilk çarpan ifade şöyledir: “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Hab-i Örfî: Saîd-i Kürdî”dir. Bütün tahrifli baskılarda “Saîd-i Kürdî” ifadesi çıkartılmıştır. Üstelik aynı kapaktaki şu ifadeye rağmen: “Her hakkı mahfuzdur. Mühürsüz nüshalar sahtedir.” Görüldüğü gibi, tahrifata, daha kitabın ilk sayfasından itibaren başlanmıştır. Haydi, birilerinin söylediği gibi, kapağa takılmayalım! İlk sayfasına, yani Ahmed Ramiz Bey’in “ifade-i naşir”inin (yayımcının ifadesine) girişine (shf. 3) bakalım:
Orijinal şekli:
Sayfanın çevirisi:
“323 senesi zarfında idi ki Kürdistan’ın yalçın, sarp ve henîn mavera-yı şevahik-i cibalinde tülu’ etmiş Said-i Kürdî isminde nevadir-i hilkatten ma’dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul afakında rüyet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o harika-i fıtratı peyâpey gördükçe, mader-i hikatin hazain-i la-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir kanun-u dehanın ihtifa edebileceğini bir türlü anlamayarak, atıl ve müzevvir olan ekseriyet, hasîse-i zelil olan hissiyat-ı umumiyesini bir kelime-i tezyifin mana-yı intikamında telhîs etmişlerdi: Mecnûn!”
Evet, kelimesi kelimesine orijinal hali bu. Kitabın birinci ve ikinci baskısındaki ifadeler, tıpatıp aynıdır. Osmanlı’nın son döneminde basılmış bu eser, yazımın girişinde de belirttiğim gibi, İttihatçı komitenin takibine uğramış; yeni baskısına engel olunmuş, mevcut piyasadaki nüshaların ise toplattırılması için karar alınmıştır. Cumhuriyet döneminde ise: (Tahrifatçıların iddiası veçhiyle) güya Üstad bu eserine müdahale etmiş, adeta yeni baştan tanzim etmiştir! Gerçekten öyle mi? Yani tahrifatçıların iddia ettikleri ve bastırdıkları şekliyle bir tashihat söz konusu mudur? Ben, hayır diyorum! İşte tahrifatçıları suçüstü yakalatan belge:
Bu belge, 1951’den sonraki Divan-ı Harbî Örfî’nin nasıl olduğunu göstermektedir. Hem de Üstad’ın kendisi hakkında “manevi evlâdım” dediği Ceylan Çalışkan’ın hattıyla… Hem de, Üstadın kendi tashihiyle… Buyurun yalancıların cenaze namazına:
(Yanımda mahfuz olup Ceylan Abinin kendi hattıyla yazmış olduğu musahhah mecmuanın 51’inci sayfası… Yukarıdaki sayfayla aynı olduğu için, ayrıca çevirme gereği duymadım.)
Görüldüğü gibi, başında Üstadın kendi hattıyla “Merhum Ahmed Ramiz’in ifadesidir” dediği kısmın dışındaki bütün satırlar, Osmanlı dönemindeki nüshayla –kelimesi kelimesine– aynıdır. Ceylan Abi, ifadenin başına “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” yazısını yazmış; Üstad ise, bu “İfade-i Naşir”in kendisine değil, Ahmed Ramiz’e ait olduğunu dikkate alarak, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” cümlesinin üstünü karalamış, doğru olan “Merhum Ahmed Ramiz’in ifadesidir” ibaresini yazmıştır.
Hakikat bu iken, yani Osmanlı dönemine ait ilk matbu nüsha ile Cumhuriyet dönemine ait el yazması nüsha birebirini teyit ederken, tahrifatçıların iddiaları ne kadar dinlenmeye değer olabilir? Yalan ve yanlışta ısrar edenlere ne kadar itimat edilebilir ve Risalelerin kaderi böylelerin eline nasıl terk edilebilir? Peki, ya onların bastırdığına ne demeli? Buyurun, sözde tashihçilerin tahrifat örneği: Aynı sahifeyi nasıl bozduklarını, nasıl tersyüz ettiklerini birlikte okuyalım! Okuyalım ki, bu tahrifatçıların İttihatçılardan daha ırkçı ve daha insafsız davrandıklarını birlikte görelim. Zira bir müellifin vefatını fırsat bilerek onun eserlerine suikastta bulunmanın suçu ve vebali nazar-ı dikkate alınırsa, hele de bu suikast, ırkçılık ve sair milletlere/dillere tahammülsüzlük temelinde icra edilirse, böylelerine nam ve sıfat bulmanın ne kadar zor olduğunu herhalde siz de takdir edersiniz.
İşte, yukarıdaki aynı sayfaların tahrifli şekli (Yayınevinin ismini vermiyorum; zira ortada –bir iki yayınevi hariç– müşterek bir tecavüz var; dolayısıyla bireyselleştirmeyi doğru bulmuyorum.)
Bu tahrifli sayfa ile orijinali mukayese edilirse, hangi menhus zihniyetin Nurlara zehirli pençesini uzattığını ve hangi menfur anlayışın Nurların kaderinde hüküm sahibi olduğunu anlamak mümkündür bence. Milliyetçilik temelinde boy atan bir devlet mekanizması bile farklılıkların kabulü ve ortak paydaların güçlendirilmesi noktasında karar kılarken, vahdet-i imaniye ve uhuvvet-i İslamiyeyi hayatlarının gayesi bilmeleri gereken Mehdiyet hareketinin mensuplarının Süfyaniyet bataklığına sukut etmelerini, iman, İslâmiyet ve insaniyet ile telif ve tevfik etmek mümkün değildir. Bu tahammülsüzlük, bu “Kürd” ve “Kürdistan” ifadelerine karşı duyulan kin ve öfkenin sebebi ne? İslamiyet yerine milliyet esaslarının ikamesi Süfyanî hareketin bir bid’atı iken, ehl-i imanın bu bid’atı irtikâp etmesi, bu gayyaya gark olmaları iman ve İslamiyet’le nasıl bağdaşır? Irkçılık zehiriyle İslamiyet balı nasıl terkip ve kaynaştırılabiliniyor? Bu durum, zihinlerin durma noktası değil, tam anlamıyla bir zihniyet travmasıdır, iflasıdır; hayır hayır, inancın pasifize olup her türlü hayati fonksiyonlarını yitirdiği bir çürüme ve yozlaşma halidir. El iyazu billah…
Tahrifatçıların neşrettiği Divan-ı Harb-i Örfî’den aktardığım bu sayfanın bir de en eski bir Osmanlıca versiyonu vardır. Üstadın vefatından sonra ve O’nun tashihinden geçmemiş bir nüsha… Hüsrev Abi’nin hattıyla yazılmış gibi görünen bu Divan-ı Harbî Örfî’nin ne önünde, ne arkasında herhangi bir tarih ya da kâtibinin ismi olmadığından, Hüsrev Abi’nin hattını taklit eden bir işgüzar da olabilir, diye düşünüyorum. Ancak, gerek kitabın başında, gerek orta yerlerinde ve gerekse sonunda Üstada ait herhangi bir tashih alameti ve imza olmadığından, fazla kale alınmamalıdır görüşündeyim. Bütün tashihli nüshaların arkasında Üstadın imzası ya da kendi hattıyla kâtip hakkındaki duası var. Bunda bunlar yoktur. Her kim yazmışsa, ya tahrifatın mucidi ya da takipçilerinden biridir. Sonuçta tahrifatçılığa hizmet ettiğinden, hesabını rûz-i mahşerde kitabın müellifine verecektir. İşte o ilk el tahrifat örneği: (Yukarıdaki tahrifatlı sayfanın aynısı olduğu için, çevirmeye gerek duymadım)
Şimdiye kadar ibraz ettiğimiz belgeler ve bunlara dair söylediklerimiz, tamamen Divan-ı Harb-i Örfî’nin ilk sayfasında yapılan tahrifatlarla ilgiliydi. Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, kitabın başından sonuna kadar bu tahrifatlar söz konusu olduğu için, sayfa sayfa bunları tahlil ve tenkide tabi tutmak bir ya da birkaç yazının hacmini aşacağından, bu konudaki tafsilli çalışmayı ileriki günlere bırakıp, sadece tahrifatçıların iddiası olan “tahrifat yoktur” sözlerini boşa çıkarmak için, çalışmamı, kitabın bir ön, bir de arka sayfalardan birer örnek vermekle sınırlamak istedim. Ancak, tahrifatın, sadece orijinal ifadeleri değiştirerek bozmak şeklinde değil, bazı kısımların çıkartılması suretiyle de yapıldığını göstermek açısından, “Naşirin İfadesi”nde yapılan bir tahrifatı daha sunmakta fayda mülahaza ediyorum:
İşte, orijinal metinde var olduğu halde, tahrifatlı nüshalardan çıkartılan bir şiir parçası:
Çevirisi:
“Saray- zindanı yık, taşlarını başlara vur,
Yere indir güneşi, yıldızı eflâke savur.
Ser-i bîdâdı kopar, kalb-i ta’dâyı kavur,
Ol bize âb-ı hayat, ateş-i seyyal-i memât.”
Bu şiir, Abdullah Cevdet’e ait; tashihli veya tahrifli olan bu kısmın diğer şiirleri de ona ait. Ama özellikle niye bu dörtlük çıkartılmış? Çünkü bu dörtlükte zülfüyâra dokunma var; yani Sultan Abdülhamid’e ilişilme sözkonusu; O’nun istibadına vurgu var; ona karşı heyecana getirme var; Yıldız’ın ki “zindanlı saray”dır, yıkılması gerektiğini, güneşin, yani “hürriyet”in ise ikame edilmek üzere yere indirilmesinin lüzumuna çağrı var... Zulmün kafasının kesilmesi, kalbinin kavrulması; bu uğurda, sarıp sarmalayan zulüm ateşlerinde yanmanın gerçek hayat suyu (ebediyet) olduğuna cesaretlendirme var… İşte mesele bu… Kutsala ilişme gibi değerlendirilen bu şiir, buna binaen özellikle çıkartılmış. Bu tasarruf bile, tahrifatçı güruhun kafa yapılarını ve zihniyetlerini ele vermede önemli bir parametredir.
Gelelim kitabın son sayfasındaki tahrifat örneğine… Divan-ı Harb-i Örfî’nin son kısmındaki “Hâtime” başlıklı kısmın münderecatı ile tahrifatlı kısmının aynı mevzusu, yine birbirine zıt ve uyuşmayan ifadelerle dopdoludur. Yani tahrifatçıların keyfî ve ırkî müdahalelerine maruz kalmış, saldırılarına hedef olmuştur. Hem ifadelerin değiştirilmesi, hem de hesaplarına gelmeyen paragrafların çıkartılması gibi tahrifat örnekleri… Bu tahrifatın da tıpkı ötekiler gibi bilinçli ve menhus emellere matuf olarak yapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle Kürd ve Kürdistan’a dair sarf edilen sözcükler, İstibdada karşı olan kelime ve cümleler; Kürdlerin hak ve hukuklarına, dillerine ve kimliklerine ilişkin teşvikkâr hitaplar tamamen çıkartılmış; yerine ilgisiz ve uyumsuz cümleler konularak Bediüzzaman Hazretleri’nin orijinal ifadeleri tanınmaz ve anlaşılmaz hale getirtilmiştir. Irkçılık illetiyle işlenilen bu metin ve mana tahrifatçılığını gösteren orijinal belgemiz:
(Ahmed Ramiz Efendi tarafından neşredilen 1909 tarihli orijinal Divan-ı Harb-i Örfî’nin “Hâtime” kısmının ilk sayfası)
Orijinal metnin sadece giriş cümlesinin çevirisi:
“Hâtime,
“Ebnâ-i cinsime de burada birkaç söz söylemezsem bence bahis nâtamam kalır:
“Ey Asurîler ve Kiyânîler’in cihângirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürdler!
“Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık uyanınız, sabahtır! Yoksa sahra-i vahşette vahşet ve gaflet sizi gâret ve edecektir!”
Şimdi de aynı metnin, Ceylan Çalışkan’ın kaleminden, Bediüzzaman’ın tashihinden geçmiş ilk sayfasını verelim:
Görüldüğü gibi, hitap tamamen “özel” olup Kürdlere yöneliktir. Zaten “ebnâ-i cinsime” yani “cinsimin çocuklarına” ifadesinden de bu açıkça anlaşılmaktadır. Her iki sayfanın 40 yıllık bir aradan sonra birbirine muvafık olması, Bediüzzaman Hazretlerinin tashih ettiği 1951 tarihli nüshanın, 1909 tarihli nüshayla aynı olması, açıkça ve kesin olarak tahrifatçıların iftira ve yalanlardan kızarmayan yüzlerine bir şamar indiriyor. Neymiş efendim, “Biz, Bediüzzaman’ın tashihinden geçmiş nüshaları esas alarak basıyoruz.” Neymiş efendim, “Biz Risalelerin tek harfine, tek kelimesine dokunmuş değiliz.” Kusura bakmayın, aklı başında olan hiçbir Nur Talebesi bu iftira ve yalanı yutmaz. Evet, iftiradır; çünkü tahrifatınızı Üstada mal ediyorsunuz: Evet, yalandır; çünkü açıkça yaptığınız tahrifata, “yoktur” diyerek kara bir şal geçiyorsunuz. Buyurun, kendi maharetinizi bir kez daha görünüz! İşte orijinal nüshalara mukabil sizin tahrifatlı nüshanız:
(Yukarıda değindiğim gibi, yayınevinin ismini vermeyeceğim; zira bir-iki yayınevinin dışında bütün yayınevleri tahrifatçılıkta kol kola ve başa baş yürüyorlar; dolayısıyla suç ortağı olduklarından, herhangi tekini (birini) nazara vermeyi abes görüyorum.)
Altı çizili kısım ile aynı mealdeki orijinal kısmı mukayese edin! Aradaki farka siz şahit olun! Allah aşkına, bu kadar inandığınız, güvendiğiniz, vazgeçilmez kabul ettiğiniz, müceddid, müctehid ve mehdidir dediğiniz bir zatın kitabının başına getirttiğiniz bu felaketi nasıl yorumlamalıyız? “İyi yaptınız”, “benzetmişsiniz”, “olması gerekeni yapmışsınız”, “zaten böyle olmalıydı”, “hakkını vermişsiniz” mi diyelim? El-iyazu billâh! Sizin bu tahribat ve tahrifatçılığınızdan Allah’a sığınırız. Ve siz bu tahrifatı sürdürdüğünüz sürece, sizin bu yüzünüzü teşhir etmek de boynumuzun borcu olsun! Birileri sadeleştirmeye girişmişler diye kıyameti kopartan siz tahrifatçılar, sadeleştirme tahribatından daha ziyade Nurları tahrip ettiğinizin farkında mısınız? Önce iğneyi kendinize batırınız! Yıllardır sürdürdüğünüz bu yozlaştırma, bu özden kopartıp anlam ve muhteva saptırıcılığına başvurmanızı her akl-ı selim Nur Talebesi inanıyorum ki yüzünüze çarpacaklardır.
Mevzuumuzla ilgili olarak son belgemiz de, mevcut tahrifli latince nüshalara kaynaklık ettiğini düşündüğüm; tarihi ve kâtibi meçhul ve asla tashih yüzü görmemiş ilk muharref “Hâtime”nin ilk sayfasını takdim ediyorum. Buyurun:
Hâsıl-ı kelam, hakperestliği nefisperestliğe, İslâmî kardeşliği ırkçılığa, ümmetin genel menfaatini şahsî ve klik menfaatlerine tercih ettiğiniz sürece, “İslam’a ve Kur’an’a hizmet” iddianız, samimî olmaktan uzak kalacaktır. Söylemlerle fiiliyatınız birbirini teyit ve tasdik etmelidir. Zorunuza da gitse, hesabınıza da gelmese hak ve hakikat karşısında iki büklüm olmak zorundasınız. Kitaba uymak yerine kitabı kendi heva ve hevesinize uydurarak ehl-i kitabın düştüğü vahim duruma düşmemelisiniz!
Şu hususların da altını çizmeden, yazıma son vermek istemiyorum:
Risale-i Nur’un hukukunu savunmak ve muhafaza etmek noktasında, ha bire nazarı ona çevirmek ve yapılan tahrifatlara karşı keskin gibi gelen ifadelerim, esasta İslamî hassasiyetimizden ve İslam hukukunu korumaya verdiğimiz önemden ileri gelmektedir. Yoksa salt Risale-i Nur’u, Risale-i Nur adına savunmak ve mücerred bir Nurculuk taassubu, hatta saplantısı adına savunmak değildir; olamaz da. Zira ben Risale-i Nur’a mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle bakıyorum; değerlendirmelerim bu merkezdedir. Yani Risale-i Nur’un önemi, onun Kur’an hakikatlerine ve Hz. Peygamber’in Sünnet-i Seniyyesi’ne olan ayinedarlığı noktasındadır. Onu başlı başına bir din gibi görmek, –hâşâ– Kur’an’ın yerine onu oturtmak, –hâşâ– Peygamber-i Zîşan yerine Üstad’ı ileri sürmek, nazarları ona çevirmek gibi bir gaflet ve badireden Allah’a sığınırım. Üstadın dediği gibi, “Risale-i Nur dava değil, dava içinde bürhandır.” Yani dava, hedef, amaç, maksud-u hakiki Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in Sünnetidir. Risale-i Nur, bu iki emanetin parlak bir ayinesi, o hakikatlere ulaştıran bir vasıtası ve onlar adına bir tanıtım rehberidir.
Bir diğer husus; Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır. Kur’an ise, tüm ümmetin hayat nizamı, yegâne kutsal kitabıdır. Dolayısıyla, Risale-i Nur da ümmetin malı olup ona teslim edilmelidir. Onun ümmete mal edilmesine engel olan tüm anlayışlar ve teşebbüsler muzır ve tahripkârdır. Bu güne kadar onu tekelleştiren, cemaatçilik taassuplarına alet eden ve hakeza, cemaatçilik emel ve çıkarlarına alet eden anlayışlar hep zarar vermişler ve hala da vermektedirler. Bu kabil zararlar, en az tahrifatçılık kadar yıkıcı olmuştur. Aslında tahrifatçılık ile cemaatçiliğin de birbirini beslediğini, ya da birinin ötekine teşne tuttuğunu söylemek daha doğru olur, düşüncesindeyim. “Nur Talebeleri”, sadece bilinen bir veya bir kaç kesim değildir, tüm Müslümanlardır. Nur, Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’nin diğer adıdır. Nurcu, Kur’an ve Sünnete sahiplenen bütün Müslümanların ortak vasfıdır. Bu anlamda, “Nurcu” ile “Müslüman” ayırımı asla doğru ve kabil değil; kabil görenler, Nurculuğa da, İslam’a da tecavüz ederler. Unutmamak lazım ki, “Uhuvvet Risalesi”, “21. İhlâs Lem’ası”, “Sünnet-i Senniye Risalesi”... Nurculara münhasır özel eserler değil, onlar tüm ümmet-i Muhammediyeyi kucaklayan ve hepsini muhatap kabul eden Kur’anî ve Peygamberî derslerdir. Öyle ise, Nurlara sadık olan her bir kardeşimizin aslî vazifelerinden biri, belki de en önemlisi bu hakikatleri ümmetle tanıştırmak, onlarla buluşturmak olmalıdır.
Evet; bu güne kadar işlenen ihmalkârlığı amele tebdil ederek yeni bir dönemin kapısını aralamalıyız. “İttihad-ı İslam”, Nurların en büyük gayesidir? Bediüzzaman’ın en hayatî projesi olan Medresetü’z-Zehra’yla tahakkuk ettirmeye çalıştığı nihaî hedefi “Cemahir-i Müttefika-i İslamiye”dir? İşte bu yüce ve yüksek gayenin tahakkuku için merkezden muhite bir zihniyet inkılâbına ihtiyaç vardır. O da, başta Nurlara sadık olan çevrelerin ittifakı; bunun için de sahih ve musahhah bir Nur Külliyatı’nda ittifak... Sonra, bu hakikatleri, zaman kaybetmeden bütün İslâmî cemaat ve tarikatlara taşımak; onlara mal etmek ve böylece tüm Müslümanlar için kaynaşmanın vesilesi kılmaktır. “Ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur'anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm'a ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.” diyen Üstad, acaba bu hakikatten gayrisini mi dillendirmiştir?
Bir sonraki yazımıza kadar, sıhhatli bir düşünce ve sahih bir Nur Külliyatına malik olmamız temennisiyle...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.