24 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara3°C
  • İzmir8°C
  • Berlin3°C

DİPLOMATİK AYRICALIKLARA DAİR

Aydın Selcen

15 Mart 2017 Çarşamba 11:48

Diplomatik pasaportlu bakanımız, hangi pratik zekalı karar alıcının aklına geldiyse, Hollanda’ya neredeyse kaçak olarak karayolundan girmeye teşebbüs etti. Hollanda cevaben, Rotterdam Başkonsolosluğu yakınlarına kadar gelmeyi başaran Sayın Bakanı “istenmeyen kişi” ilan etti ve bakanımız polis refakatinde Almanya’ya sınırdışı edildi. O arada Rotterdam Başkonsolosluğu’muz da Hollanda polisi tarafından “karantinaya” alındı. İtiraf etmem gerek ki, ben de bu olan biteni, alışılmışın dışında olmanın ötesinde, hani neredeyse gerçeküstü bir durum olarak görüyorum.

Söz konusu olaylar, haklı olarak diplomatik statü ve beraberinde gelen dokunulmazlık ve bağışıklıklar hakkında merak uyandırdı ve ilgi çekti. Hasbelkader yirmi yıl kıyısından köşesinden hariciyecilik yaptığım cihetle bu meraka aşinayım. Diplomatların kendilerine özgü ritüelleri ve sıradan vatandaşa tanınmayan öncelikleri olduğu sanılır. Bu yamalıbohça yazıyı biraz bu merakı giderebilirim kaygısıyla kaleme aldım.

İki temelden yola çıkabiliriz. Birincisi her ülke kendi topraklarında egemendir. Bunun basit örneklerini uçuş izinlerinde görebiliriz. Türkiye’nin Alman milletvekillerine kendi diledikleri çerçevede re’sen İncirlik’teki askeri birliklerini ziyaret izni tanımamış olduğunu anabiliriz. Keza, Bulgaristan’ın oradaki çoğu Türklerin de tercih ettiği HÖH temsilcilerine ülkemizde siyasi faaliyet olanağı verilmediğini zikredebiliriz.

İkincisi, burada ayrıntılarına girmeye gerek olmayan 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi metnine ise kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Merak edip metinlere göz atarsanız sizi eğlendirecek olan husus bu sözleşmeleri müzakere eden diplomatların iş ayrıcalık ve bağışıklık düzenlemeye geldiğinde ne denli kılı kırk yardıkları olabilir. Esasen tarih boyunca (bizim için Fatih döneminde İstanbul’a gelen ilk Venedik balyosundan başlanabilir) belirli bir özel statüye diplomatlar bu sözleşmeyle kendilerine tanınan ayrıcalıkları tekdüzeleştirip, uluslararası bir mevzuata dönüştürmeye çalışmıştır.

Benim altını çizmek istediğim konu, esasında ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir uluslararası hukukun var olmayışı. Ayrıca, siyasi ve tarihsel konjonktür uyarınca, mevcut kural ve teamüllerin de günün gereklerine ve hatta ülkelerin gücüne göre eğilip bükülebileceği. Eğer Hollanda’da bugün seçimler ve Türkiye’de 16 Nisan’da Başkanlık referandumu olmasa; eğer AKP, AB ülkeleri indinde bundan beş-altı yıl önceki demokrat ve dönüşümcü oyuncu izlenimini halen koruyor olsa; eğer Hollanda Başbakanı Rutte açıkladığı gibi Cumartesi günü altı kere Başbakan Yıldırım’la görüştüğü halde Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tehditvari açıklamalar yapmamış olsa; eğer Hollandalı yerel makamlar vaktinde ve doğru bilgilendirmiş olsa, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın Rotterdam ziyareti ev sahibi ülke tarafından çok daha farklı ele alınmaz mıydı?

Üslup da, koşullar da önemlidir. Bundan bir süre önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, ABD Ankara Büyükelçisi Bass’ı muhatap alarak “adam gibi yapacak büyükelçiliğini” diye kamuya açık biçimde çıkışmıştı. Ardından İçişleri Bakanı Soylu da Türkiye’de görev yapan diplomatların ülke sathında arzu ettikleri şekilde gezerek, temaslarda bulunmalarını sert ifadelerle eleştirmişti. Bu da egemenlik hakkının bir kullanımıdır denilebilir mi? Evet, hukuksal çerçevede öyle. Ama ya üslup? ABD’nin dünyanın tek küresel gücü ve bizim en önemli müttefiğimiz oluşu?

Mesela benim 1995-97 yılları arasında görev yaptığım Cezayir’de iç savaş koşulları hakim olduğundan, tüm diplomatların başkent merkezinden otuz kilometre ötesine çıkmaları, gidilecek yer bildirilmek suretiyle Dışişleri Bakanlığı’nın yazılı iznine tabiydi. Zaten sokağa çıkma yasağı gece on birde başlar sabah altıda biterdi. İlaveten, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ilgili ülke sorumlusunun bilgisi ve onayı olmadan, farklı bakanlık ve benzeri resmi makamlarda muhataplarla resmi temas da mümkün değildi.

İkinci görev yerim (1997-00) Stockholm’de, diplomatların vergi bağışıklığını öne sürerek park cezalarını ödemekten kaçınması kamuoyunun yakından izlediği bir sorundu. (Benzeri biçimde BM’de görevli diplomatların New York’ta park cezası ödememesi ve park yasağı olan yerlere araçlarını bırakması öteden beri kent sakinlerinin tepkisini çekiyor.) Park cezalarını toplu halde, karşılılık esasına göre bunları ödemediğimizi bildiren sabit bir nota ekinde Dışişleri’ne gönderirdik. İsveç Dışişleri de her ay düzenli biçimde bunları teşhir ve utandırma amacıyla basına sızdırır, önde gelen gazetelerde “bu ayın park cezası şampiyonları” gibi başlıklarla, çoğunlukla ülkemizin yanı sıra Rusya ve Hindistan’ın arasında bulunduğu ilk üçlü kısa bir haber olarak yer alırdı. (Neticede yeni görevine başlayan Büyükelçi Oktay Aksoy, bu itibarsızlaştırmayı Türkiye adına daha fazla sineye çekemeyeceğini söyledi ve tek taraflı inisiyatif alarak hepimize park ücretlerini ödeme talimatı verdi, konu kapandı.)

Wikileaks’in mimarı Julian Assange’ın ABD’ye iade edilmemek için polisten kaçarak Londra’daki Ekvador Büyükelçiliği’ne sığınması halen gündemde. Stockholm’de de bir hafta sonu mangal keyfinde votkayı fazla kaçıran iki Rus diplomatı trafik polisi alkol kontrolü için çevirmiş, dokunulmazlığa sığınmak isteyen diplomatlar arabalarının kapılarını kilitleyip içinde beklemeyi tercih etmişlerdi. Anımsadığım kadarıyla, Moskova’yla iletişime geçilerek ikisinin de ülkelerine belirli bir zaman içinde geri çekilmeleri sağlanmıştı.

Bağdat’a gönüllü gitmeden önce OECD Daimi Temsilciliği’mizdeki görevimden dolayı 2002-03 bir yıl bulunduğum Paris’te diplomatik plakalı lüks spor arabalar görüp, daha kıdemli bir arkadaşıma “hangi ülke diplomatları bu kadar yüksek maaş alıyor acaba” diye danışmıştım. Cehaletimi mazur gören meslektaşım, Fransa Dışişleri’nin Körfez ülkelerinin veya sahraaltı Afrika’dan eski sömürgelerinin yöneticilerin ailelerinin Paris’te yaşayan kimi üyeleri gibi bazı “etkin” şahsiyetlere ücreti mukabili diplomatik plaka olanağı sağlandığını izah etmişti. Ayrıntısına vakıf olmadığım bu uygulama halen devam ediyor mu bilmiyorum.

Toprak esasına göre vatandaşlık alınabilen ABD’nin başkenti Vaşington’da 2008-10 arasında bulundum. Orada başkentte doğan diplomat çocukları ebeveynin diplomatik statüyü haiz olmalarından ötürü vatandaşlık alamazken, çeşitli kentlerdeki başkonsolosluklarda çalışan diplomatların çocukları bu hakka sahip olurlardı.

Büyükelçilik-Başkonsolosluk statü farkı bağlamında, binasının çatısına çıkılıp bayrağı indirilen Hollanda Başkonsolosu’nun açıklamalarına dikkat edilirse, konuk diplomatın “Büyükelçi olmadığı için” iki ülkeyi ilgilendiren siyasi konularda görüş vermekten kaçındığı görülüyor. Zira, siyasi konular ülke başkentlerindeki büyükelçilikler eliyle yürütülürken, vatandaşlarla ilişkiler ve benzeri hizmetler farklı kentlerde bulunan başkonsolosluklar aracılığıyla sunuluyor.

Sözü uzattım ama özetle acizane önerim, Almanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Avusturya diplomatik krizler serisini izlerken, bu esrarengiz bulabileceğiniz dokunulmazlık, ayrıcalık ve bağışıklık bahsine gereğinden fazlaca önem atfetmeyiniz. İşin esasını, siyasi ilişkilerin güncel doğası ve ilgili üst düzey oyuncuların üslup ve kişilikleri arka planında arayınız. Tarihsel konjonktürü de mutlaka ön planda tutunuz.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.