DİNDARLARIN ATAERKİL ADALETİ
Etyen Mahçupyan
30 Ekim 2011 Pazar 12:21
İslam'da bir devlet öğretisi olmadığı konusunda epeyce geniş bir mutabakat olmasına karşın, İslami bir devletin 'adil' olduğu konusunda yaygın bir görüş mevcut.
Dindarlar doğal olarak bu olumlu hasleti dinle açıklama eğilimindeler, ama dinin diğer hasletlerini almayan devletin niçin adaleti öne çıkardığını salt dine dayanarak açıklamak kolay değil. Bunun için dinin nasıl bir zihniyete doğduğuna bakmak gerekiyor ve böylece İslami kimliği meşruiyet nedeni sayan devletlerin adaletle bağlantıları da daha anlaşılır hale geliyor. Çünkü eğer söz konusu beşeri zemin ataerkil zihniyet içinde şekillenmiş ise, devlet mantığı toplumun hiyerarşik ve heterojen tasavvuru üzerine oturuyor. Diğer bir deyişle mesele toplumun gerçekten nasıl olduğundan ziyade, nasıl olması gerektiği... Ataerkil zihniyet, varlık alanındaki her şeyin kendine has ve biricik olduğundan hareketle, hiçbir şeyin bir diğerine eşit olamayacağını kabullenir. Bu durumda 'adil' yönetim toplumdaki 'doğal' hiyerarşinin bozulmadan dengede tutulmasını ifade eder. Nitekim 'İslami' diye adlandırılan devletler de, bu geniş kültürel coğrafyanın içine doğdukları ölçüde, bu adalet anlayışına sahip çıkmaya çalışmışlardır.
Dolayısıyla İslami duyarlılığı olan kesimde 'adalet' ve 'hukuk' kavramlarının meşruiyet sağlayıcı kritik bir anlamı vardır. Bu nedenle de söz konusu kesimin hukuk alanındaki çifte standartlara, sahte çözümlere, riyakârlıklara ve yozlaşmalara duyarlı olması beklenir. Ama öyle olmuyor... İslami kesimin fikri önderleri devlet karşısında kendi konumlarını ve hareket alanlarını kısıtlayan durumlara ve gelişmelere haklı olarak karşı çıkarlarken, İslami cemaatin göreceli üstünlüğünü zedeleme ihtimali olan adalet arayışlarına da direnç gösteriyorlar. Yüzleşilmekten çekinilen mesele, İslami kimliğin göreceli üstünlüğünün ancak Müslümanlar için geçerli olduğu, ama Müslümanların dışına yansıdığında bir baskı oluşturduğu, yani adaletsiz bir dünya yarattığıdır.
Durumu daha iyi kavramaya hizmet etmesi açısından İslami cemaatin Osmanlı dünyasındaki konumuna bakmak yeterli olabilir. Osmanlı hukuksal açıdan bir cemaatler hiyerarşisiydi ve Sünni cemaat de en tepede yer almaktaydı. Diğer bir deyişle 'adalet' Sünnilerin diğer cemaatlerden üstün sayılmalarını da ifade etmekteydi. Böyle bir yapının son kertede sadece Sünni cemaat için meşru olacağı ise açıktır, çünkü meşruiyetin temelinde İslamiyet vardı ama diğer cemaatler farklı dinlere mensuptular. Dolayısıyla devlet pratik bir adalet nosyonu geliştirmiş, cemaatler arası mesafe ve dengenin korunmasına çalışmış ve bunu 'iyi' yönetim saymıştı...
Meselenin bugünü de ilgilendiren uzantıları ise giderek daha hayati hale geliyor, çünkü iktidarda İslami duyarlılığa sahip bir hükümet ve yükselen bir dindar burjuvazisi var. Sorun bu türden bir adaletin ancak eşitlik ve özgürlük pahasına sürdürülebileceğidir... Ne yazık ki İslami fikri önderler, akademiası ve medyasıyla, bu yönde gerçek bir karşılaşmaya hazır olmadıkları izlenimi vermekteler. Toplumsal çözümleri din kardeşliği üzerinden arayan bakış, 'ben sadece Müslümanlarla birlikte yaşayabilirim' demiş olmakta, diğer inanç mensuplarının Sünni cemaatin ana tercihlerine tabi olmasını ima etmekte. Ama ilkesel açıdan daha da vahimi, bu bakış özgürlük ve eşitliğin, kimlikten bağımsızlaşmasını hazmedememiş gözükmekte.
Örneğin geçen hafta AİHM, tarihçi Taner Akçam'ın bir müracaatını değerlendirerek, TCK'daki 301. maddenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesine aykırı olduğuna karar verdi. Yani Mahkeme'ye göre 301, herkesin görüşlerini açıklama, kanaat bildirme, haber veya fikir alma ve verme özgürlüğüne bir tehdit oluşturmakta. Çünkü bu maddede yapılan değişiklikler bir makyaj niteliği taşıdı, Yargıtay'ın yorumunu değiştirmedi ve muğlak ifade biçimi sayesinde sürekli bir tehdit haline geldi. Bu maddeden dava açılmasının Adalet Bakanlığı'nın iznine bağlanması ise, gerçek özgürlüğü getiremeyen hükümetin bulduğu palyatif bir tedbirdi ve nitekim AİHM, Bakanlığın da ileride keyfi kararlar almayacağının garantisinin olmadığına dikkat çekti.
Bu haber İslami 'alemde' fazla karşılık bulmadı... Belki olayın içinde Ermeni soykırımı konusunda çalışan Taner Akçam'ın olması bir etkendi. Çünkü İslami kesim tarihe bakışında hâlâ kendisini hamasetle kundaklamaya pek düşkün ve tekil örnekler dışında 'kendine' bakma cesaretine sahip değil. Ama belki de mesele 301'in mahkumiyetinin, doğrudan özgürlükle ve eşitlikle ilgili olması, adaleti bu kavramlardan giderek inşa eden bir bakışı yansıtmasıydı.
İslami kesim kendi mağduriyetini seslendirirken demokratlığa atıfta bulunabiliyor. Ne var ki demokratlık kardeşliği hiçbir kimliğe dayandırmayan bir zeminde arar ve bunun üzerinde özgürlük ve eşitlik kıstaslarını tatmin ederek adalete ulaşmayı hedefler. Oysa İslami kesimin büyük çoğunluğu hâlâ kendi göreceli üstünlüklerini sağlama alan bir adalet anlayışından yola çıkıp, bunun izin verdiği oranda özgürlük ve eşitlik 'dağıtma' peşinde.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.