DİNDARLARA, KÜRTLERE VE BEYAZ TÜRKLERE KRİTİK SORULAR...
Markar Esayan
01 Eylül 2014 Pazartesi 08:06
Türkiye'de etnik kimliğin veya kimlik siyasetinin olumsuz bir tınısı var. Bu oldukça doğal çünkü cumhuriyet 'Alman usulü', yani tüm çeşitlilikler tek bir kimliğe indirgenerek kurulmuş. Kanımca, kabul edilenin aksine organik Türklük de bu vatandaşlık tanımı dışında kalmış. Öz be öz Türk olan dindarlar ve Aleviler bu kimliğe intisap etmedikleri zaman dışlanmış, baskı görmüş. Hatta intisap ettiklerinde dahi çoğunluk için sonuç değişmemiş. Çünkü kurucu babaların hayallerinde kurdukları türden bir millet yok o sırada Türkiye'de.
Osmanlı'da başlayan Batılılaşma hareketi içine mecburen düşülmüş bir süreci ifade ediyor. Oradan büyük miktarda borç geldiği için üst yapı kurumlarının Batı'ya uyumlanması gerekiyor. 1838 Osmanlı-Britanya Ticaret Anlaşması'ndan bir sene sonra Tanzimat Fermanı'nın ilan edilmesi biraz da bundan. Bu arada askeriye alınan yenilgilerle reform geçirmek zorunda ve alacağınız model sizi yenenlerin keşfettiği bir sistem. Hem borç, hem model alma zorunluluğu, gözünü Osmanlı'nın geniş topraklarına dikmiş Batı ile ilişkileri bir nefret-aşk, hayranlık-korku ikilemine oturtuyor. Şark Sorunu'nun kökeni de burada yatıyor.
Ancak yine de 1910'lara gelindiğinde devletin bu ikileminden daha az etkilenen canlı bir entelektüel kanal var ve orada Türk, Ermeni, Kürt, Müslüman ve gayrımüslimler tabandan daha içli dışlı bir ilişki içindeler. Tebaların birbiri ile zorunluluk dışında fazla ilişkisi yok. Ama entelektüel hayatta anayasacılık ve Osmanlılık üzerinden birbirine değen ve çok zengin bir üretim söz konusu. Mesela ilk Türk ve Ermeni siyasi partileri aynı yıllarda kuruluyor ve İttihatçıların içinde önemli miktarda Ermeni var. İttihatçılar, Anadolu'da kurulurken Taşnak teşkilat binalarını ödünç kullanıyorlar vs.
Denebilir ki, eğer 1912'de Balkan hezimeti yaşanamasa ve 1. Cihan Harbi'ne girilmeseydi, gittikçe doğallaşan ve tabanı etkisi altına alan modern bir Osmanlı kimliği, içinde her türlü etnisiteyi barındırmaya devam ederek oluşabilirdi. O kimlik yine ataerkil ve hala hiyerarşik olurdu ama, travmatik olmayan ve önü açık bir doğal gelişim sürecinde ilerlerdi. Öyle olmuyor, çünkü tarihin iradesi o sırada sizin elinizde değil. İpin ucu çoktan kaçmış.
Balkan ve 1. Cihan Harbi ile Osmanlıcılık tasfiye olurken Türkçülük, İttihatçılık içinde öne çıkıyor. O esnada çok kültürlülük, dindarlık ve etnisiteler bilakis ölümcül bir zaaf olarak görülmeye başlanıyor. O kadar ki İttihatçılar Ege ve İç Anadolu'da Rum, coğrafyanın tamamında ise Ermeni tasfiyesine girişecek kadar paniğe kapılmış haldeler.
Cumhuriyetin kuruluşunda tercih edilen tek kimliklilik ve homojen yapının böyle bir hikayesi var. Mustafa Kemal güçlenene kadar asıl projesini ustalıkla gizliyor. Özellikle dindarlardan ve Kürtlerden... Zaten halkın ne olduğundan, nereye doğru gidildiğinden haberi bile yok. Gayrımüslimler ise artık sorun değiller. Mustafa Kemal 1914-1918'in kirine bulaşmamıştır ama, İttihatçıların bu yaptığından pek de şikayetçi değildir. Etnik temizlik projeye uygun. Sonuçta amacı homojen bir devlet kurmaktır. Bu manada İkinci Meclis ve 1924 Anayasası bir darbe sürecidir.
İşte Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın 1920 tarihine, Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu'nun da Osmanlı kimliğine vurgusu bu nedenle. Etyen Mahçupyan'ın dünkü yazısında bahsettiği Osmanlılık söylemi bir sapma, hayalcilik veya eksen kayması değil, bir ihtiyaç. 1924'te yaşanan ise asıl sapmaydı ve kurulan vatandaşlık çerçevesi tam anlamıyla otoriter ve özentiydi. Bugün bu kimliği intisap edenlerin yüzeyselliği ve öfkesi bu temel kofluktan ileri geliyor. Oysa eğer dert modernleşmeyse, dindarlar dahil hepimizin bu süreci tamamladığını, hatta dindarların bunu kimlikleri ile daha doğal mezcettiklerini görmek lazım.
Osmanlı kimliğini hatırlamak travmanın yaşandığı güne gidip, o düğümü çözüp geleceğe özgüvenli bir şekilde ilerlemeyi ima ediyor. Bu arada kimlik siyasetinin öne çıkmasından daha doğal bir şey olamaz, çünkü bu kimlikler yüz yıldır baskı altında. Hem iade-i itibar ihtiyacı, hem de inşa için yüzü çevirecek berrak bir su bulma ihtiyacı... Aslında hiçbirimiz 1920'deki kimliklerimizde sabit kalmış değiliz. Sadece elimizde olanların üzerine unutturulanları veya hatırlayabileceklerimizi eklemek istiyoruz, çünkü ancak bu şekilde şifa bulacağız.
Bu noktada ne geçmişi bugüne getirmek, ne de ondan kopmak doğru olurdu. İkisi de iki zıt yöne savrulmayı ifade ediyor. Yeni Türkiye için risklerden birisi tektipleşmeden kurtulmak adına romantik bir geçmiş ihyasına kapılmaktır. Tarihi 1920'den kesip 2014'ün ucuna eklerken, arada bizlere damga vuran kalıcı özellikleri ve şimdiki zaman gerçeğini ıskalamak vakit kaybına yol açar.
Geldiğimiz eşikte Yeni Türkiye'nin hangi zihniyet üzerinde inşa edileceği çok önemli. Türkiye'yi dönüştüren dindarlar ve Kürtler ataerkil kimliği demokratlıkla ne denli mezcedecek? Sünniler cumhuriyet döneminde din değil bu kez Türklük üzerinden konsolide olan Millet-i Hakime imtiyazını terk edebilecekler mi? Tüketim ve zenginleşme hakkını kullanırken, demokratlığı yozlaşmadan dindar kimlikle zenginleştirmeyi başaracaklar mı? Bu arada Beyaz Türkler ne zaman iyileşip, ne zaman zengin birikimleri ile bu yeni kimliğe katkı sunacaklar?
Artık önümüzdeki anlamlı ve kritik sorular bunlardır. Bu risklere dikkat edilmezse, ulusalcıların yaptığı hata diğer ucundan tekrarlanmış olacak çünkü.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.