DİL YARASI
Günay Aslan
19 Eylül 2013 Perşembe 08:25
Her insan bir dilin, bir kimliğin, bir kültürün içine doğuyor ve bunları önceden seçme şansı da olmuyor.
Kişi hayata merhaba dediği an kendisini dili, kimliği ve kültürü önceden belirlenmiş bir dünyanın içinde buluyor.
Zamanla (0-8 yaş arası) kendisini karşılayan bu dünyayı keşfe çıkıyor ve bu sayede hem kendini ifade etme araçları ediniyor hem de kişilik özellikleri inşa ediyor.
Temel bir ifade aracı olan dilin hayati önemi tam da bu dönemde ortaya çıkıyor. Zira kişinin duygu ve düşünceleri dille hayat buluyor. Kişi ancak bu sayede varolabiliyor.
Dolayısıyla bir insanın içine doğduğu dilinden koparılması ve kendisine yabancı bir dili özümsemeye zorlanması onun için dünyanın sonu anlamına geliyor!
Böyle bir zorlamayla karşı karşıya kalan biri daha hayatın başlangıcında gerçek dünyasını yitirmiş oluyor.
Kendi dünyası yerine bu kez yabancısı olduğu başka dünyayı yaşamak zorunda kalıyor. Bu da kalıcı ve derin bir travmaya yol açıyor. Böyle bir kişi ne yaparsa yapsın bu travmanın etkilerinden kurtulamıyor. Ömrünün geri kalanını bunun yarattığı sorunlarla boğuşarak geçirmek durumunda kalıyor.
İnsana özünde hiçlik duygusu veren bu travma yaşamın her alanına damgasını vuruyor. İnsanın işinden ailesine, özlem ve beklentilerinden çevreyle ilişkisine kadar her aşamada karşısına çıkıyor.
Dil (anadil) yasağı üzerine yapılan bilimsel araştırmalar hayatının başlangıç aşamasında beklemediği böylesi bir facia yaşamış olan her insanın ömür boyu bir sürü sorun yaşadığını ve yaşattığını gösteriyor.
Dil olmadan kişi her şeyden önce sağlıklı bir benlik bilinci inşa edemiyor. Edemediği için de hayatın aktif bir öznesi haline gelemiyor. Araştırmalardan ilk elden böylesi bir sonuç çıkıyor.
20.yüzyılın önemli filozoflarından Wittgenstein, "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" derken, dilin duygu ve düşünce dünyasıyla olan yaşamsal ilişkisine dikkat çekiyor. Yahudi kökenli Avusturyalı filozof, insanın dili olmadan dünyasının söz konusu olamayacağının altını çiziyor.
Dünyaca ünlü dilbilimci Humboldt ise, "insan ancak diliyle insadır" diyor ve dil olmadan insanın varolmayacağını ileri sürüyor.
Öte yandan dilin sadece bir insanı değil, bir milleti de var eden temel dinamik olduğu biliniyor. Çünkü dil, bir milletin geçmişten günümüze taşıdığı duygu ve düşüncelerin; kültürel birikim ve zenginliklerin tümü anlamına geliyor.
Bunlar olmadan millet olunmuyor. Bunları dil yaşatıyor. Dil geliştirip geleceğe taşıyor. Dolayısıyla dilin yok edilmesi bütün bu birikim ve zenginliklerin, yani bir milletin yok edilmesi anlamına geliyor. Bu yüzden bir milleti tarih sahnesinden silmek isteyen bir devlet ilk elden onun dilini ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Çok uluslu, çok dinli ve çok kültürü Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından Türk etnisitesine dayalı bir ulus yaratmaya çalışan, bu amaçla ilk elden Kürt dilini yok etmeye başlayan ve 'Kürtçe ıslık çalmayı’ dahi yasaklayan Kemalist Cumhuriyet, tam da buradan; dil olmadan millet olunamayacağı gerçeğinden hareket ediyordu.
Bu yüzden bir yandan Kürt dilini ortadan kaldırmak için her türlü baskıyı yapıyor, diğer yandansa 'Kürtçe diye bir dilin olmadığı’ propagandasını zihinlere kazımaya çalışıyordu.
Kemalist Cumhuriyet bütün ağırlığını buna verdi. Kürt halkı başta olmak üzere coğrafyamızın kadim halklarına ağır bedeller ödetti. Ve elbette hakkını yememek gerekir; önemli başarılar (!) da elde etti. Kadim toprakların birçok dil, kimlik ve kültürünü asimile etti. Birçoğunu üzerinde yeşerdiği topraklarından sildi ve Türkleştirdi.
Ahlaki çöküntü, yozlaşma ve çürüme içinde yaşasa ve şimdilerde bölünmeye başlamış olsa da sonunda bir Türk ulusu da inşa etti!
Ajitatif, agresif ve militarist Türkçeyi de Kürtler başta olmak üzere herkesin 'ortak dili’ haline getirdi. Ancak iş burada bitmedi. Kürt direnişi daha fazlasına izin vermedi.
Yükselen, yayılan ve kurumlaşmaya çalışan Kürt ulusal mücadelesi sayesinde Türkleştirme buradan ileri gidemedi.
Gidemediği gibi geri tepiyor. Mücadele sayesinde Cumhuriyet’in yüz yılda elde ettiği mevziler teker teker geri alınıyor.
Kürtlerin kendilerini ağırlıklı olarak Türkçe ifade etmesi kimseyi yanıltmasın; ayrıca Cezayirli’lerin bir zamanlar Fransızlar’dan daha iyi Fransızca, Hintli’lerin çoğu İngilizden daha iyi İngilizce konuştukları da unutulmasın; bundan böyle Kürt ulusal bilincinin önünde durmanın da, Kürtçeyi ve Kürtleri ortadan kaldırmanın da imkanı bulunmuyor.
Nesnel süreç Türkleştirme stratejisine artık geçit vermiyor. Sömürgeci ve ırkçı bu stratejide ısrar her şeyden önce Türkler ve Türkiye için bir felaket anlamına geliyor.
Dolayısıyla, 'anadil eğitimi isteyenler Kuzey Irak’a gitsin’ diyenlerin iyi düşünmesi gerekiyor.
Bu kibirli ve küstah bakış açısı ateşle oynamak; halklarımıza onulmadık yeni acılar yaşatmak anlamına geliyor.
Bundan vazgeçilmesi; Türkiye’nin ve onun siyasi iradesi AKP Hükümeti’nin gasp edilen hakları iade etmesi, Cumhuriyet boyunca kadim dil ve kimliklere verilen zararları tazmin etmesi ve mağdurlarından özür dilemesi gerekiyor.
Dil yarasını sağaltmanın ve barış içinde birarada yaşamın yolu buradan geçiyor....
***
21 Eylül Cumartesi günü Dortmund’ta 21.Kürt Kültür Festivali’nde; Mezopotamya kitap standında olacağım... Orada buluşmak üzere.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.