22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

DİKTATÖRLERİN ONURU

Orhan Miroğlu

25 Ağustos 2011 Perşembe 09:02

Hikâyeyi geçen yıl Erbil’de bir Kürt siyasetçiden dinlemiştim.

ABD’nin Irak’ı işgal edeceği tarihe günler kalmışken, Saddam Irak’ın Ulusal Birliğini yeniden inşa etmenin peşine düşer.

Kuşkusuz boşuna bir çabaydı bu.

Ulusal Birliğe davet ettiği Kürtler’e ve Şii Araplar’a karşı sayısız katliamlar gerçekleştirmiş olan Saddam’ın, Irak’ta zulmün sona ereceği apaçık ortadayken, uzattığı birlik elini ne Kürtler ne de Şiilerin tutması söz konusu olurdu.

Ama diktatör dardaydı işte. Yolun sonuna geldiğini açıkça görüyordu.

Ordusuna güvenemezdi. Çünkü orduda hemen her yıl, korkuyu ve sadakati baki kılmak için en yakın arkadaşlarını darbecilikle suçluyor bu suçlamaları ülkenin tek televizyon kanalından yayınlatıyor ve her yıl silah arkadaşlarının onlarcasını idam sehpasına yolluyordu.

Nitekim işgal harekâtı başladığında, düşünülenin aksine Irak ordusu ciddi bir direniş göstermedi. Türkiye solu ve hâlâ üçüncü dünyanın diktatörlerini emperyalizme karşı mucizevî bir olay olarak gören Kemalist milliyetçiler bir kez daha yanıldılar. Onlar Amerikan işgaliyle beraber Irak’ta ordunun direneceğini ve Irak’ın ikinci Vietnam haline geleceğini düşünüyorlardı. Bu öngörüler, hiçbir gerçeğe dayanmıyordu ve bu yüzden de gerçekleşmedi. Çünkü Saddam’ın kurduğu rejim, sadece Baas Partisi taraftarlarını mutlu eden bir rejimdi ve Basçıların mutluluğu, memnuniyeti ve refahı, yüzbinlerce insanın çöllerde kumun altına gömülmesiyle mümkün olmuştu.

İzninizle yazının başında sözünü ettiğim hikâyeye döneyim şimdi.

İşgale birkaç gün kala Saddam, Mesut Barzani’yle görüşmek istediğini haber verir ve KDP liderini Bağdat’a davet eder. KDP yönetimi davetin boş, zamansız ve anlamsız bir davet olduğunu düşünür, ama Mesut Barzani, madem ki bir davet geldi, ona icabet etmek gerekir diye itiraz eder bu düşünceye, ve partisini ikna ederek Bağdat’a gider.

Saddam, Mesut Barzani’yi, sanki ülkesini işgalin eşiğine getirmiş bir diktatör gibi değil, bütün Iraklıları temsil ettiğine inanan bir ulusal lider olarak karşılar. Parmaklarının arasında tuttuğu purodan derin bir nefes çeker ve Mesut Barzani’ye Amerikan işgaline karşı birlikte mücadele etmeyi teklif eder. Mesut Barzani’ni bu teklife bir teklifle cevap verir.

“Bağdat’a, halkımın dökülen kanı içinden yürüyerek geldim. Şimdi sen benden geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranmamı istiyor ve işgale karşı birlikte savaşmaktan söz ediyorsun. Yarından tezi yok, bütün Irak’a demokrasi ve Kürdistan’a da otonomiyi tanıdığını kabul edersen, seninle beraber işgale karşı savaşırım, sana halkım adına teklifim budur” der.

Bu sözlerden sonra, salonda buz gibi bir hava yaşanır. Kısa bir sessizlik ânından sonra, Saddam Hüseyin kalın purosunu parmaklarının arasında bir tespih gibi dolandırarak kızgın bir yüz ifadesiyle Barzani’ye şu cevabı verir:

– Ya benim onurum, benim onurum ne olacak!

Saddam Hüseyin’in verdiği bu cevap, aslında bugün Ortadoğu’nun içinde bulunduğu değişimi durdurmak isteyen oğul Esad’ın ad, Kaddafi’nin ve İranlı mollaların da ruh halini çok iyi anlatıyor.

Demokrasi talebi, bu diktatörlerin karmaşık dünyasında yeri olmayan bir şeydir.

Ve demokrasi, bu diktatörlerin gözünde, Batılı ajanların harekete geçirdiği ve kışkırttığı nankörce bir talepten ibarettir.

Dün Saddam’ı değişime ve demokrasiye davet etmek ne kadar anlamsız idiyse, bugün Esad’ın ve partisi Baas’ın, Suriye’de demokratik değişim sürecine katkı sunmasını beklemek de o kadar anlamsızdır.

Çünkü Esad da tıpkı Saddam gibi, halkın değişim isteğini ve demokratik taleplerini, onuruna karşı girişilmiş Batı icadı bir saldırı olarak görüyor..

Doğrusunu söylemek gerekirse İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında başlayan süreçte ne Batı’nın ne Sovyet sisteminin Ortadoğu’da yer alan ülkelerin rejimleriyle bir sorunu vardı. Her iki sistem de diktatörlerin yönettiği ülkelerde katliamlara göz yummuştu. Hatta birçok katliamın malzemesini ve araçlarını sağlayan da Batılı ülkelerdi.

Soğuk Savaş yıllarında ülkelerin hangi rejimlerle yönetildiği değil, hangi kampta yer aldığı önemliydi.

Gelgelelim devran değişti, Sovyetler çöktü ve artık diktatörlerin kendileri de, kurduğu rejimler de sorun olmaya başladı.

Ne var ki Ortadoğu, sadece küresel gerekçelerle değişmiyor, bu değişim asıl olarak bu köhnemiş rejimlerin idaresi altında yıllardır imim inim inleyen halkların direnişi sayesinde değişiyor.

Dolayısıyla bu değişime karşı duran güçlerin, bu tarihsel değişimi görmeden hâlâ bu rejimlerden medet uman ve siyasi hesaplarını da Suriye Baas’ına ve İranlı mollalara göre yapan herhangi bir aktörün veya devletin başarılı olma şansı yoktur.

Değişim süreci bugün bütün siyasi aktörlerin ve bölgesel devletlerin ellerindeki kartları yeniden karmalarına yol açıyor.

Kaddafi’nin bütün Arapları Trablusgarb’ı savunmaya çağırdığı ve kendisini hâlâ Arap milletinin temsilcisi olarak gördüğü bir zamanda, Libyalı muhaliflerin İstanbul’da toplanmaları, aynı şekilde Esad sonrası yeni Suriye’ye karar verecek olan ulusal güçlerin yine İstanbul’da biraraya gelmesi, Filistin’de Hamas ve FKÖ arasında anlaşmanın imza töreninde Sayın Davutoğlu’nun bulunması, Türkiye’nin bu tarihsel değişim sürecini, doğru algıladığını ve tercihini de diktatörlerin ve sefil rejimlerin sona ermesinden yana koyduğunu gösteriyor.

Bu böyle de, acaba Kürtler, bu değişim sürecinde, bir çeşit Arap Kemalizm’i olan Baasçılık ve Kaddafi’yle temsil edilen üçüncü dünya solculuğu sona ererken, ne yapıyorlar?

Bu soruya doğru cevap bulunabilirse, Türkiye’de hepimizi korkutmaya başlayan bu tehlikeli şiddet sarmalının sebepleri de az çok anlaşılır hale gelir.

Sorunun doğru cevaplanması, özellikle Türkiye Kürtleri’nin geleceği açısından çok önemli.

Çünkü bu gelecek, benim görebildiğim kadarıyla tarihî miadını çoktan doldurmuş olan diktatörlerin ve rejimlerin himayesinde inşa edilmeye çalışılıyor.

Peki Kürtler, diktatörleri destekleyecek kadar çaresiz olabilirler mi?

Hiç sanmıyorum.

Bir dönem kapanırken, Kürt hareketi ideolojik değişimini ve tercihlerini pek konuşmuyor, tartışmaya yanaşmıyor ve ‘demokratik özerklik’i her derde deva bir formül olarak sunmaya çalışıyor.

Hatta Nişantaşı’nda yaşayan bazı Kürt dostu solcular, Kürtler’in icadı demokratik özerkliği, neo-liberal dünyaya tarihsel bir meydan okuma olarak gösteriyorlar ki, insan sormadan edemiyor:

Kürtler bu tarihî kavşakta neo-liberal dünyaya meydan okumak zorundalar mı?

Bu vazife hep onlara mı düşüyor acaba?

Sonra böyle bir meydan okuma mukadderse, kimlerle ittifak yapılacak?

İşte size altın kıymetinde değişim yıllarına, altın kıymetinde bazı sorular..

Haftaya aynı konuya devam edeceğim.

***

Bir hatırlatma:
Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasından sonra yazdığım yazılardan birinde, dostum yayıncı Ahmet Say’ın yolladığı bir mektuptan söz etmiştim. Aramızda dostça bir tartışma oldu ve bitti. Aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, bazı okurların, yayıncı ve yazar Ahmet Say’la, Fazıl Say’ın babası değerli yazar Ahmet Say’ın ismini karıştırdıklarını görüyorum. Benim o konuda yazdığım yazıların muhatabı Fazıl Say’ın babası Ahmet Say Beyefendi değildir. Bilinsin istedim.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.