DEPREM, SİLUET VE DERİNLİK...
Cihan Aktaş
26 Ekim 2011 Çarşamba 10:50
I- Her deprem haberinde, büyük Erzincan depreminde evi başına yıkılan anneannemin hikâyesi yeniden canlanıyor gözlerimin önünde. Beş çocuğunu yitirmiş, geriye kalan bir annem. “Çocuklar enkazın altında!” Bu cümle onu hayatı boyunca takip etti. Bazen sanki çocuklar hâlâ enkazın altındaymış da kurtarılabilirlermiş gibi konuştuğu hissine kapılırdım. Dünyada sadece onun çocukları yok, ama enkaz altında çocuklarını bırakmak ne demektir, o iyi biliyor. Her sarsıntıda binalar yıkılmasın, çocuklar telef olmasın diye ne yapmalı? Binaları ayakta tutan sebepler üzerine çok erken düşünmeye başladım, enkaz altında kalan hiç tanımadığım teyzelerim ve dayılarımın hatırası adına da.
Üstelik verilen onca kayba rağmen deprem bugün hâlâ olabildiğince sert ve acımasız bir malzemenin ölümle tehdidi anlamına geliyor. İnşaat sektörünün hırsı bir taraftan mevzuatı delmeye zorluyor, daha çok kat, daha az nervürlü çelik, daha erken teslim adına.
Erzincan depreminin aczi onca yıldan bu yana kendini tekrarlıyor. Binalar karton misali düzlendi Van’da. Hiç olmazsa öğrenci yurdu gibi binaların statik hesaplarına, malzemelerine daha fazla özen gösterilmesini umamıyoruz bile.
Van, İran’dan trenle gelmek istediğimde güzergâhım, Doğu’nun incisi bir bakıma, gölüne antik çağlardan kalma bir canavarın yakıştırıldığı şehir sarsıcı darbeyi kaçak standartlarında gerçekleşebilecek ölçüde depreme dayanıksız binalarından yedi.
Sendai’de öğrenci olan kızım Meryem günlük “ooVoo” konuşmalarımızda Van depremi üzerine üzüntüsünü dile getirirken Japonya’da geçen baharda yaşanan felakette insanların deprem enkazı nedeniyle değil tsunami yüzünden hayatlarını yitirdiğini hatırlattı. Malzemeyi doğru kullanıyor, statik hesaplarında kılı kırkı yarıyorsanız inşaatta, 7.2 şiddetinde bir depremde bu kadar bina yıkılmaz, bu kadar can da telef olmaz.
II- İstanbul siluetini yitiriyor, Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun kaygısı hiç yersiz değil. Sermayenin kapsama hırsının sınırı yok, minareleri bastırmaya çalışıyor kat sayısıyla. Turgut Özal İstanbul’u Lübnanlaştırmak istediği için eleştirilirdi. Şimdi ise İstanbul kesme yapıştırma resimlerle Manhattan’a öykünüyor sanırsınız.
Geçtiğimiz günlerde Le Corbusier’in Türkiye’ye gelişinin 100. Yılı dolayısıyla kutlamalar gerçekleştirildi çeşitli kurumlarca. Tuhaf olan, sadece bu yıldönümü üzerinden radikal modernist Le Corbusier’in her kesimden yazarlarca göklere çıkartılmasıydı. Sanki Cezayir’de yerli şehirle Avrupalıların ikâmet edeceği kesimleri birbirinden yalıtmaya dönük ayrımcı projelerin sahibi değildir, “konut makinesi”nin mucidi.
Görünüşlere totaliter yaklaşımı, yerleşik olanın imkânları karşısındaki umursamazlığı ve betonarmenin imkânlarına imanıyla Le Corbusier, “despot plan”ı savundu, uyguladı. Bugün şehircilik alanındaki hataları uygulama bölgelerinde yoğun olarak tartışılır ve toplu yıkımları gündeme getirirken Türkiye‘de kimi yazarların İstanbul’un yeniden imarının sorumluluğu ona verilmedi diye eseflenmesi şaşırtıcı değil. Büyük depremlerden ders alamayan bir gelişme mantığı tarafından efsunlanmış gibi, başka türlü nasıl olabilir sorusunun zor cevabı yüzünden dayanıksız binalara, siluetleri işgal eden gökdelenlere seyirci kalıyoruz.
III- Siteler açılıyor, Şule Yüksel Şenler’in 1970’lerin başında tasvir ettiği “Huzur Sokağı” kaybolmaya devam ediyor. Mustafa Özel bu gidişata teslimiyete dair düşüncelerini tedirginlikle açıkladı bir söyleşisinde. Bu artık böyle olacak, artık sitelere çekileceğiz, istemesek de... Çözümlemelerini her zaman önemli bulduğum Özel’in vahşi yapılaşma gidişatı karşısındaki yaklaşımları kısmen pesimist göründü bana.
Sitelere çekilmek için herkesin bir gerekçesi var. Gecekondulaşmanın da sebepleri vardı.
İstanbul siluetini yitiriyor, çünkü eteklerinde kentsel dönüşümün buldozerlerinin sürdürdüğü altüst etme faaliyeti siluete hormonlu gökdelenlerle yansıyor.
Kentsel dönüşümden önce yeminli teknik bürolarda gecekonduları yasallaştıran bir mimarlık onay faaliyeti gerçekleşmişti 1980’lerde. Öyle ya, başka ne yapılabilirdi? İstanbul bütün Anadolu için iyi değil kötü ilhamlar kaynağı sanki. Van Gölü kıyısında sular yükseldiği için afet bölgesi ilan edilen mahallelere daha sonra kamu binaları yapılması nasıl izah edilebilir?
Neyse ki mekânı Van olan, Kadın Öykülerinde Doğu başlıklı kitapta yer alan “Bu sonbahar her şey farklı olacak” başlıklı hikâyemin hakikatli kahramanı Alper’le annesi Farahdiba Hanım’dan iyi haberler alabildim.
Ve ne yazık ki deprem acılarından ders almak yerine bu acıları bastırarak ayakta kalmayı çözüm sayıyoruz. Kemalist modernistlerimiz gibi, “Diriliş” ikliminden nasiplenmiş muhafazakârlarımız da Le Corbusierci/ Faustçu inşanın ihtişamlı çokluğuna bağlıyor medeniyet başarısını.
Keşke bütün inşa faaliyetlerini enkaz altında kalan ve kurtarılmayı bekleyen çocukları hesaba katarak sürdürebilsek...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.