DEMOKRASİ İPİ KOPUYOR MU?
Ali Bayramoğlu
05 Kasım 2016 Cumartesi 08:38
Türkiye’deki siyasi tablo her geçen gün akla ülke bir askeri darbe mi savuşturdu mu yoksa aksine bir askeri darbe mi yaşadı sorusunu getiriyor. Bu sorunun sorulmasına yol açan üç dizi gelişmeye tanık olunuyor.
İlki muhalefetin tasfiyesi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası başlatılan adli ve idari takibatların sadece darbecileri değil, artan oranda tüm basını, muhalefeti ve Kürt hareketini hedef aldığı artık tüm kanıtlarıyla ortada. Çeşitli eğilimlerden muhalif yazar ve entelektüeller keyfi ve sudan nedenlerle tutuklu. Kürt hareketinin temsilcisi DBP’nin yönettiği belediyelerden 24’ünde seçilmiş belediye başkanları görevlerinden alınmış, yerlerine devlet memurları atanmış durumda.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün yayımladığı raporda dünya basın özgürlüğü sıralamasında 2005’te 180 ülke arasında 98. sırada olan Türkiye bu yıl 151. sıraya gerilemiş bulunuyor. Tutuklu gazeteci sayısı 107. Kapatılan televizyon, radyo, gazete ve yayınevi sayısı ise 155. Bu rakamların yaklaşık üçte birini Gülenci olmayan, sol, Kürt, muhalif gruplar oluşturuyor.
İkinci gelişme, siyasi iktidarın darbeci temizliğini bir hegemonya kurma vesilesine çevirmesidir. Devlet memurlarına yönelik 100 bin rakamını aşan açığa almaların, Gülenciler kadar muhalifleri de barındırması, onların yerine sadakat anlayışına göre personel alınması bu duruma açık bir örnek. 29 Ekim tarihinde yeni bir Kanun Hükmünde Kararname’yle üniversitelerde rektör seçiminin askeri darbe dönemini akla getiren bir şekilde kaldırılması ve yetkinin devlete, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a aktarılması bir başka ve yeni bir örnek.
AKP bu yollarla devlet personeli ve kurumları üzerinde tam hâkimiyet kurmaya yöneliyor. Bu esnada doğal olarak hukuk devletinin dengeleyici ve denetleyici mekanizma ve ilkeleri tahrip oluyor. Benzer bir gelişme Gülenci takibatı çerçevesinde el konulan şirketler açısından da geçerli. Bu şirketler, likidasyon işini üstlenen devlet kurumu tarafından hükümetin işaret ettiği şirketlere aktarılıyor.
Üçüncü gelişme dizisi, adli süreçlerde dozu yüksek bir keyfiliğin baş göstermesi. Nitekim darbe girişimi öncesi ve sonrası siyasi iktidara ve Cumhurbaşkanı’na yapılan eleştiriler, hükümeti yıpratmaya, yıkmaya yönelik suç muamelesi görüyor, en azından böyle bir risk altında bulunuyor. Kürt hareketine destek veren, hükümetin Kürt politikasını eleştiren kişi, kuruluş ve yayınlar da benzer bir durumla karşı karşıya. Kimi tutuklama gerekçeleri bu durumun açık kanıtlarını oluşturuyor. “Haber, yazı ve söyleşi vasıtasıyla darbecilerle bilinçaltı ilişki kurmak”, “PKK ve Gülen örgütüne üye olmamakla birlikte yayın ve tavırla örgüt adına suç işlemek” gibi gerekçeler bunlardan bazıları.
Bugün sorun bu bilançonun her geçen gün biraz daha ağırlaşmasındadır. Son günlerde yaşanan sembolik değeri yüksek iki hadise, belki de Türkiye’nin otoriterleşme öyküsünde yeni bir safhanın başlangıcına işaret ediyor.
Önce ülkenin en köklü basın kuruluşlarından sol eğilimli muhalif Cumhuriyet gazetesi polis tarafından basıldı, pek çok idarecisi ve yazarı gözaltına alındı. Savcılık yaptığı açıklamada, soruşturmanın gerekçesini, “15 Temmuz darbe girişiminden kısa bir süre önce darbeyi meşrulaştırıcı yayınlar yapmak, FETÖ (Gülenciler) ve PKK gibi terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek" olarak açıklıyordu. Kısacası, gazetenin hükümeti eleştiren yayınları, başka bir ifadeyle “eleştiri”, darbeye zemin hazırlayıcı yayın faaliyetleri olarak değerlendirilmişti. Bu durum, muhalefetin susturulması, söz ve eleştirinin yasaklanması konusunda otoriter cesaret ve cüretin belli bir sınırı aşmasını simgeliyor.
Diğer kritik hadise ise ülkenin en büyük Kürt kenti olan Diyarbakır’ın Belediye Başkanı Gültan Kışanak ve Eş Başkan Fırat Anlı’nın terör örgütüne üyelik gerekçesiyle tutuklanması, yerine kayyum olarak bir mülki amirin atanmasıydı. Kışanak sadece Kürt hareketinin önemli ve simge isimlerinden birisi değil, aynı zamanda 2014 seçimlerinde yüzde 55 oy alarak güçlü bir toplumsal iradeyi temsil eden bir siyasetçidir. Kışanak’ın tutuklanması, HDP, DBP gibi Kürt hareketinin yasal ve meşru siyasi temsilcilerinin siyasal alanın dışına atılma arayışının ciddi bir göstergesi. Yerine kayyum atanması ise Kürt siyasi alanının tipik bir şekilde tam devlet denetimine sokulma çabasını ve Kürt sorununda siyasi diyalog ve çözüm kapılarının iyice kapandığını gösteriyor. Nitekim bunu, HDP’nin eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile çözüm süreci esnasında önemli bir rol oynayan Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in terör örgütüne üyelik gerekçesiyle göz altına alınmaları takip etti.
Bu durum, başka bir eşiğin aşılmasına, meşru ve yasal siyasi alanın kriminalize edilmesi safhasına işaret ediyor.
Bu görüntü, Türkiye’yi demokrasinin neresine oturtur? Kabul etmek gerekir ki gerekçeler, bahaneler, darbeci temizliği gereği ne olursa olsun, bugün itibarıyla Türkiye ile demokrasi arasındaki bağ her gün incelen zayıf bir ipten ibarettir. Sorun odur ki, tüm bu otoriter durum ve uygulamalar, güvenlik ihtiyaçlarından çok yeni düzenin inşa araçları olarak karşımıza çıkıyor. Demokratik kuralların istisnai ve geçici ihlalinden çok otoriter bir yapının temellerinin atılmasını akla getiriyor.
Gerçekten de gidişat, “itaatkâr toplum, uysal basın, gücün tek elde toplanması” üçlüsüne dayanan, Erdoğan’ın ideal düzen olarak gördüğü bir modele doğru ilerleyişi andırıyor. Başkanlık sistemi bu ilerleyişin bir aşaması mı olacaktır? Muhtemelen. AKP ve otoriter siyaseti şiar edinmiş MHP arasındaki ittifak her geçen gün derinleşirken, Erdoğan’ın ideal düzenin kurumlaşmasını sağlayacak başkanlık sistemine geçiş ihtimali yakın görünüyor.
Sonuç olarak, Türk siyasi gündeminde Gülencilerin sistemden ve devletten tasfiye edilmeleri demokrasi açısından hala hayati önemini koruyor. Ancak bu temizlik sırasında ortaya çıkan tablo, onu aşan ya da en az onun kadar büyük bir demokrasi riskine işaret ediyor. (Al Monitor)
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.