DAHA ÇOK AYDINLIK!
Kemal Burkay
12 Aralık 2012 Çarşamba 08:19
Son dönemde, 1990’lı yıllarda meydana gelen ve hâlâ gereği gibi aydınlanmamış üç önemli olayla ilgili önemli gelişmeler yaşandı. Biri Özal’ın ölümü, diğeri Uğur Mumcu suikasti, bir diğeri ise 33 aydın ve sanatçının yakıldığı Sivas Madımak olayları…
“Gereği gibi aydınlanmamış” derken bunu kamuoyu ve yargı çarkı açısından söylüyorum. Yoksa eminim, bu olaylar Türkiye siyasetini yakından izleyen pek çok kişi için hiç de karanlıkta kalmış sayılmazlar. Kendi payıma, failleri ve katilleri adları ve sanlarıyla bir bir bilmesem de daha cereyan ettikleri gün bu olayların arkasında hangi odakların olduğunu tahminde zorlanmadım ve yıllar içinde ortaya çıkan kanıtlar beni yanıltmadı.
Örneğin Özal daha öldüğü gün bu ani ölümün bir zehirlenme olabileceğini ve derin devlet işi olduğunu yazdım ve söyledim. Bu kanıya varmak için yeterince neden vardı: Özal’a daha önce ANAP kongresinde binlerce kişinin gözü önünde bir komando tarafından ateş açılmış ve Özal parmağından yaralanarak kurtulmuştu. Daha sonra ortaya çıkan bilgilerle bu kişinin bir kontrgerilla elemanı olduğu ve Özel Harp Dairesi’nce eğitildiği anlaşıldı. Özal işin perde gerisini öğrendi, ama üzerine gidemedi.
Özal 12 Eylül’ün ekonomik akıl hocasıydı ve bu rolüyle 12 Eylül politikalarının hayata geçmesinde önemli bir rol oynamıştı. Ama zaman onu Cunta ile ve militarist rejimle karşı karşıya getirdi. Kurduğu parti ile (ANAP) Cunta’nın seçimler için bir general başkanlığında kurup seçime soktuğu partinin (MDP) karşısına çıkıp seçimleri kazanmayı başardı. Generallerin ona karşı ilk öfkesi bundandı. Daha sonra ise Kürt sorununda girdiği şiddet dışı çözüm ve diyalog arayışları yüzünden savaş baronlarına tümüyle ters düştü. Celal Talabani aracılığıyla Öcalan’la diyalog kurup onu tek yanlı ateşkese ikna etti. Ölümünden kısa süre önce çıktığı Orta Asya ve Kafkaslar gezisi sırasında, içinde o zamanki Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in de bulunduğu bir grup milletvekiline, “Çocuklar, ben Kürt sorununu çözüp ülkeyi bu dertten kurtaracağım, bana destek olun,” demişti. “Devlet Adamı” Hikmet Çetin’in buna karşı dediği ise şu olmuştu:
“Sayın Cumhurbaşkanım, yorgunsunuz, biraz dinlenin…”
Ve Özal, bu lafın üzerinden iki gün geçmeden, döner dönmez ansızın gitti. Ne Çankaya’da doktor vardı, ne onu hastaneye götürecek bir ambulans, ne de otopsi yapıldı… Göz göre öldürüldü ve üstü örtüldü!
Sistem Özal’ın ölümünü bir kalp krizi diye kamuoyuna sundu. Ailesi ve yakınları ise, bir derin devlet operasyonundan kuşkulansalar bile olayın üzerine gidemediler ve faili uzak diyarlarda, Kafkas ötesinde arar oldular. Sözde Özal’ın Türkî cumhuriyetlerle geliştirdiği ilişkilerden rahatsız olan Moskova bu işin arkasında idi…
Aynı dönemde Özal’la birlikte sistemin politikalarına ters düşen bir dizi siyaset adamı ve asker daha kuşkulu biçimde yok edildi… Maliye Bakanı Adnan Kahveci, Orgeneral Eşref Bitlis, Tümgeneral Bahtiyar Aydın, Albay Rıdvan Özden, Albay Kazım Çillioğlu…
Bingöl’de 33 silahsız askerin PKK’ya yem olarak sunulup katledilmesi de savaşı yeniden tam gaz başlatmak için sahnelenen bu senaryonun nirengi noktalarından biri oldu.
Aynı dönemin suikastle yok edilen gazeteci ve aydınlarından biri ise Uğur Mumcu idi. Mumcu’ya büyük bir tören düzenleyen Kemalist-Militarist çevre, 1990 başında işlenen benzer birçok siyasi cinayette (Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç vb.) olduğu gibi, bunda da fail olarak İran’ı, İslami çevreleri gösterdi. İran o dönemde, CİA’nın ve İsrail’in hedefi olduğu gibi sevgili Kemalistlerimizin de hedefi idi, onlar da “İslami gericiliğe” karşı savaş halinde idiler! Ama zaman onlarla ABD ve İsrail’in yollarını ayırdı. Kontrgerilla Türkiye’de bir değişim ve dönüşüm geçirip Ergenekon’a dönüştüğünden beri Kemalistlerimiz ABD ile düşman, ama İran ile –onun da ötesinde Rusya ve Çin ile- dost durumdadırlar… (Şu dünyanın garip işlerine bakın: Bir zamanlar solla savaşmak üzere örgütlenmiş ve yıllar içinde birhayli de savaşmış, sola karşı nice komplo düzenlemiş, nice cinayet işlemiş, İlhan Selçuk ve arkadaşlarını Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirmiş, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri için harıl harıl çalışıp zemin hazırlamış, Evren’in deyişiyle “ortamı olgunlaştırmış” olan şu “bizim” Kontrgerilla, gün gelmiş, isim ve cephe değiştirip ülkemizin sağ ve sol türden cümle Kemalistleri ve şaşkına dönmüş solcuları ile dost oluvermişti!..)
Mumcu olayında da görüşüm daha baştan netti: Cinayetin arkasında, ortamı kızıştırıp öfke oklarını İran’a ve içerdeki İslami kesime çevirmek isteyen derin devlet vardı, bu bir kontrgerilla eylemi idi. Bu işte Mumcu gibi bir Kemalistin seçilmesi için ise yeterince neden vardı: Birincisi Mumcu Kemalist Cumhuriyet’in bağnaz bir savunucusu olsa bile, derin devleti derinden rahatsız eden işler yapmakta idi. O da aynen Abdi İpekçi gibi, terörün arkasındaki silah kaçakçılığı şebekesini deşifre etmeye çalışıyordu. Bu ise derin devletin kovanına çomak sokmaktı. Mumcu ayrıca PKK-MİT ilişkilerinin peşine düşmüştü. Örneğin Öcalan’ın 12 Mart döneminde, MİT’ten gelen ve “bizim adamımızdır” diyen bir yazı üzerine serbest bırakıldığını, o dönemin sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ’un verdiği bilgiye dayanarak yazmıştı. Mumcu, arabası havaya uçurulup parçalanmadan önce bu konuda bir kitap hazırlamakta idi…
İşte bu bardağı taşıran damla idi ve derin devletin neden Mumcu’yu seçtiğini pek iyi göstermektedir. Devlet, açığı ve derini ile böylece hem, Kemalist olsa bile kendisi açısından bela bir gazeteciden kurtuldu, hem de ona gösterişli bir tören düzenleyerek kamuoyunu İran’a ve İslamcı kesime karşı koşullandırmak için iyi bir mühendislik çalışması yaptı. Yani bir taşla iki kuş vurdular.
Mumcu’nun yok edilmesiyle birlikte bilgisayarı da temizlendi, PKK hakkında hazırladığı dosya yok edildi. Doğaldır ki böyle olacaktı, bu ilişki bir devlet sırrı idi, faş edilmesi olmazdı. Faş edilse film veya tiyatro sona ererdi. Oysa henüz bunun zamanı değildi ve bu ilişkiler şimdi, AK Parti döneminde bile bir sır olarak korunmakta devam ediyor.
Hiçbir hükümet bunu kamuoyuna açıklamayı göze alamıyor, alamaz. Açıklasalar kamuoyunun ne diyeceğini düşünebiliyor musunuz?..
Öcalan bile, Mumcu’nun ölümünün ardından açıkça şunu söyledi: “Mumcu bizimle ilgili bir çalışma yapıyordu, herhalde onun için öldürüldü…” (Öcalan bunu PKK’ya ait kanalda, MED-TV’de söyledi).
Öcalan bazen herkesten çok açık sözlüdür, başkalarının kendisine ilişkin acı gerçekleri gizlemek için özenle çektiği perdeleri eliyle yırtıp atıyor; onun bu tarafını severim!
Mumcu’nun eşi, Güldal Hanım, eşinin ölümünün peşine düştüğünde DGM Savcısı Ülkü Coşkun’la görüşmüş ve Coşkun kendisine şunu demişti: “Bu işin ardında devlet var, devlet istese bu işi çözer…”
Mehmet Ağar’da şunu demişti: “Kimse bunun üzerine gidemez. Bir tuğla çekilse hepimiz altında kalırız…”
Güldal Hanım uzun dönem sustu ve son olarak bu konuda bir kitap yazdı, olayın arkasındaki odak olarak derin devleti işaret etti. Ama bu derin devletle zaten geçmişten beri içli dışlı olan Kemalist çevrelerin yanı sıra, “gerici” diye ezberledikleri İslami hareketin düşmanlığına koşullanmış, politikalarını AKP karşıtlığı üzerine inşa etmiş, bu nedenle Kemalistlerin ve Ergenekoncuların yanına düşmüş bazı sol çevreleri de tedirgin etti. Ne yazık ki Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu da bunlar arasında. O da Kemalist kesime ve derin devlete toz kondurmuyor, faili Amerika ve İsrail’de arıyor, cinayeti Amerika’nın yönlendirmesiyle Mosad ajanları işledi diyor…
Bunun kanıtları ne? Herhangi bir kanıt yok.
Ogün veya bugün, İran’ı hedef göstermek elbet ABD’nin ve İsrail’in de işine gelir. Ama böyle bir cinayet için Mosad ajanlarına gerek yok; Türkiye’nin kontrgerillasına kıran mı girdi?..
Cumhurbaşkanı Gül Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirerek iyi bir iş yaptı ve 19 yıl sonra yapılan otopside dahi Özal’ın zehirlendiğine ilişkin kanıtlar ortaya çıktı. Şimdi buna, daha önceden alınmış bazı önemli tanık ifadeleri de eklenmekte.
Güldal Mumcu’nun kitabı da, geç kalmış olsa bile, Uğur Mumcu’nun ölümü üzerindeki perdeyi daha da aralıyor. Bu da iyi bir gelişme.
Cumhurbaşkanı Gül, aynı zamanda Sivas Madımak olaylarının da perde arkasının araştırılmasını istiyor, bu amaçla DDK’yı görevlendirdi; bu da iyi bir gelişme. Bu nedenle Sayın Gül’ü kutlarım. Maraş olaylarında olduğu gibi bunda da perde gerisinde derin devletin ortaya çıkacağından kuşkum yok; başından beri kanım buydu ve yazdım.
Evet, geçmiş bir yana, ama bu ülkenin son 60 yılı derin devletin ve onun vurucu güçleri olan Kontrgerilla-Ergenekon, JİTEM ve benzeri devlet içinde devlet olan yasadışı suç örgütlerinin eylemleriyle örülü. Darbelerin perde arkasının ve onca faili meçhul cinayetin tetikçilerinin yanı sıra, asıl faillerin, azmettirici odakların ortaya serilmesi, tüm bu karanlık dönemin aydınlatılması için yapılması gereken çok şey var.
Özgürlükten ve demokrasiden yana her kişinin bu yöndeki her adıma destek vermesi gerekir. Ama şer cephesinin boş durmadığını, onların da hedef şaşırtmak, gerçeği gizlemek için hemen harekete geçtiklerini, bilgi kirliliği yaydıklarını unutmayalım.
Bu nice zamandır devam edegelen bir kavgadır ve herkes kendi cephesini iyi seçmeli. Kimse ilericilik, solculuk adına darbecilerin, Ergenekoncu ve JİTEM’ci katillerin yanında mevzilenmemeli, kanlı karanlık geçmişe perde olmamalı…
Daha çok aydınlık! Barış, demokrasi ve özgürlük için buna ihtiyacımız var.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.