ÇÖZÜM SÜRECİ KİMİN KARARI
Cafer Solgun
13 Şubat 2014 Perşembe 04:01
Malum, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını “darbe, komplo, tuzak, suikast” olarak nitelendiren iktidar partisi ve görevli yorumcularının bu iddialarına kanıt olsun diye öne sürdükleri en önemli argüman, bütün bu olup bitenlerin hedefinin Çözüm Süreci’ni sabote etmek olduğu.
Ama bu yüksek hassasiyet, 17 Aralık ile başlamadı. İlk günden beri konuyla ilgili “övgü” içermeyen her yaklaşım “Yoksa barış istemiyor musun? Çözüme karşı mısın?” söylemleriyle bastırılmak istendi. Kuşkusuz inkâr ideolojisi hükmünü sürdürsün isteyen çevreler vardı ve halen de var. Ama “sürecin” ne şekilde kalıcı bir çözüme taşınabileceğine dair neredeyse her düşünce, görüş, öneri veya eleştirel yaklaşım sahibi adeta “barış karşıtı olmak” ile itham edildi. Sürecin tarafı durumundaki Kürt siyasi hareketine karşı da aynı dayatma içine girildi. Öyle ki, Kandil’den gelen “süreç sadece tek taraflı adımlarla yürümez” açıklamaları bile “nasıl olsa Öcalan elimizde” tutumu içine girilerek ciddiye alınmadı.
Hükümet MİT aracılığıyla bir “süreç” başlatmıştı, Öcalan örgütü eylemsizlik konumuna geçirmişti, çatışma ve operasyonlar, dolayısıyla akan kan durmuştu ve herkes bu durumu sadece alkışlamakla yükümlüydü. PKK Öcalan’dan gelecek açıklamalara göre tutum almalı, BDP “postacı” olmakla yetinmeli, Kürtler ve barıştan yana bütün kamuoyu “büyüksün usta” diye Erdoğan’a selam durmalıydı. O kadar.
Süreç “hassas” idi ve açık söylemek gerekirse, çoğu zaman “hani alkış?” korosunun gürültüsü bir yana, bu hassasiyeti gözetme kaygısıyla kendi adıma yüksek sesle eleştirel bir tutum takınmaktan uzak durmaya gayret ettim. İktidar partisi ne tür bir “barış” ve “çözüm” mantığına sahip olduğunu bir türlü açıklamıyordu ama herhalde bir projesi vardı ve belki de “şartlar olgunlaşsın”, kamuoyu daha hazır hâle gelsin diye zamanlama yapıyordu.
Yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır, “sürecin” ne şekilde bulunduğu noktadan ileriye taşınabileceğine dair somut öneriler içeren yazılar yazdım, başka yazanlar da oldu. Başkalarını bilmem benim kaygım, meseleyi “şu kadar aydır cenaze kaldırmıyoruz” durumundan birkaç adım daha ileriye götürmek ve “silahlar yeniden patlayabilir” ihtimalini bir daha akla gelmeyecek şekilde aşmaya katkı koymak idi.
Hiç kuşkusuz Türkiye’nin tüm aksi yöndeki çarpıtma gayretlerine rağmen birbirinden ayrı ele alınamayacak şekilde ancak ve sadece barış ve demokrasi iradesi sergileyerek çözüme kavuşturabileceği başka etnik, toplumsal ve inançsal sorunları da var; ama bunların içerisinde Kürt sorunu en yakıcı öneme sahip olanı. Dolayısıyla en geniş şekilde tartışılması, herkesin kendi görüş ve önerileriyle sürece katılım göstermesi hem gayet normal hem de gerekli. Türkiye’nin “en önemli sorunu” sadece kapalı kapılar arkasında “dur bakalım ne olacak” belirsizliği ya da keyfiyeti içerisinde çözülebilir mi?
Gelinen noktadan bakınca anlaşılıyor ki meselenin tartışılmasından pek hazzedilmiyor. “Erdoğan’a güven, gerisini merak etme sen” şeklindeki dayatmanın anlamı bu. “Çözüm Süreci”nin seçimlere yönelik bir hesabın ürünü olabileceği anlaşılabilir bir çıkarsama, bir yere kadar doğal da karşılanabilir; peki ya sonrası? “Sonrası” Erdoğan’a bağlı...
Ve zaten tam da bu noktada “17 Aralık, Çözüm Süreci’ne karşı” propagandasıyla karşılaşıyoruz.
Eğer Kürt sorunu Türkiye’nin ortak geleceğimizle ilgili en önemli barış sorunu ve cumhuriyetin demokratikleştirilmesinin temel konularından biri ise, bu sorunun çözüme kavuşturulması tek başına hiç kimsenin “gücüne” veya “liderliğine” bağlı görülemez. Çünkü sorunun niteliği ve kapsamı itibarıyla bir “devlet” karar ve tercihi gereklidir. Devam edeceğim.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.