ÇOCUK BAKIŞINI KORUMAK
Cihan Aktaş
14 Eylül 2010 Salı 16:23
Bir tarafta Ramazan’ın içe dokunuşlarla geriye çekilmeleri gerektiren uhrevi havası, diğer tarafta referandum etrafında sert polemikler, hatta şiddete çağrı! Berhan Şimşek “hayır“ cephesini kavgaya çağırırken, birileri “evet“çiler kazandığında ülkeyi kuşatacak İslami şiddetten söz etmeyi sürdürdü.
“İslami şiddet”i açıklamak üzere öne sürülen misaller, baskı ve sömürü altında yaşayan herhangi bir insandan beklenilebilecek öfke tezahürleriyle –ve bir de 1001 gece masallarından koparılma cümlelerle- karışmıştır son iki yüz yıl içinde. Bu karışmanın bir sonucu, Müslüman’a özgü sayılan huzuru bir nostalji hissiyle gravürlerde aramaya yönlendiren telakkidir.
Ahmet Altan’ın “Pide” başlığını taşıyan Ramazan yazısının yol açtığı çağrışımla yazıyorum bu satırları... Bir pideyi fırındaki sıradan iftar sofrasına taşıyan hazırlığın heyecanını paylaşan –bir Mecid Mecidi kahramanını hatırlatan- çocuğun masumiyeti ile Müslüman öfkesi arasında bir çelişki var mıdır... Ne yazık ki, ya da iyi ki ömrümüz boyunca masal dinleyerek uykuya dalan çocuk olarak kalamıyoruz. Hatta bazen çocukluğumuz kendi elimizden fırlayan taşlarla üzerimize gelen şiddet yüklü sahnelere cevap ararken savrulmalar yaşıyor, toplumsal sahnenin benlikte yaralanmaya, kalplerde parçalanmaya yol açan tutarsızlıklarına doğru. Çocuk olarak kalmıyor, büyümeye zorlanıyoruz. Sanatçıysak eğer, her şeye rağmen içimizdeki çocuğun sesini dinlemekte, o sesi önemsemekte ısrar ediyoruz.
Elbet Altan, “Mutlu Müslüman var. Mutlu İslamcı yok“ diyen Olivier Roy gibi kısıtlı bir açıdan ve dışarıdan bakmıyor manzaraya. İftar yaklaşırken mahalleyi saran pide kokusu, bir Miro resmi gibi dünyaya çocuksu bakışın yalınlığını geri çağıran bir metafor. Sanatçı olarak Altan, yeryüzünü kaplayan felaket ve kötülük sahneleri karşısında duyduğu sorumlulukla, ihmal edilen veya bastırılan varoluş sebeplerine ilişkin kazıma çalışmaları içinde görünüyor bana.
Kir kötülük bulaşmasın diye çekilmeyi hayal ettiğimiz korunaklı alanlarda nurani ifadelere, meleksi simalara kavuşacağımızın garantisi yok. İnsan olarak tabii gelişmemiz, olgunlaşmamız bir karışma içinde kendi olma mücadelesinde vücut buluyor. Aksi takdirde yaşlı, ama çocuk saflığında kişiler olurduk, yani olgunlaşmamış, hatta ham. Ya da, kırk yaşından sonra da 18 yaşındaki devrimci genç havasında koşuşturan dava adamları gibi, kısmen anakronik.
Kanımca hiçbir maddi çıkar gözetmeden halk için ve Hakk yolunda mücadele eden kişi, algıları kirli odaklarca bastırılsa dahi çocuk masumiyetini korumayı önemsediği için de o yolda yürümeye devam ediyordur. Küçük Prens bize bunu anlatmayı sürdürüyor hoş. Hayat yolunda ilerlerken içte saklanan çocuk sesini korumaya gösterilen özendir ki Hakk ve adalet uğruna gerçekleşen, sanatsal yaratımlar alanında sürdürülen önemli sıçramaların sebebi oluyor.
Niye yola çıktığını unutmakla başlıyor, bozulma. Araç amaca dönüşürken kendini yoksullara, ezilenlere, ayetlerin tebliğine adamaya götüren ifadeler retorikten ibaret kalıyor. Kalp sağırlaşıyor dualara, gösteriş ve tekebbür yüzünden. İktidar sahibi olmak, iktidarı korumak her türlü kötülüğü mubah hale getiriyor.
O iyiliği, barışı amaçlayan kaynak her zaman orada neyse ki, cennetten işaretleriyle, bütün yıla yayılmayı umarak, en az bir ay boyunca mesela “pide kokusuyla“, sâlâda semaya açılan avuçlarla dile gelerek. Tıpkı sanat gibi, insanın iç dünyasındaki ışığı açığa çıkarmak üzere, kendi sesleriyle, kokularıyla, çocuk yüreğinin ölmeye direnen hücrelerinde yetişkinliğe özgü arızaları elekten geçirmeye devam ediyor, nefs tezkiyesi...
***
Umran dergisi
Umran dergisi eylül sayısını dün gerçekleşen referandumun Türkiye’nin içinde tutulmak istendiği dar kalıpları kırması ve 12 Eylül psikolojisinden uzaklaşması açısından taşıdığı önemi irdeleyen bir dosyaya ayırmıştı. Asım Öz’ün büyük emek verdiği dosyada Cevat Özkaya, Yasin Aktay, Ali Bulaç ve Mustafa Tekin gibi yazar ve akademisyenler yazı ve söyleşilerle yer alıyorlar.
Metin Önal Mengüşoğlu’na ait “Üniforma ve Rozet“ başlıklı yazı, askerin toplumla ilişkisine farklı yaklaşımı nedeniyle, özellikle dikkat çekici. Şöyle yazıyor Mengüşoğlu: “..denilir ki; asker kışlaya! Ben de diyorum ki, hayır, asker kışlaya değil, asker aramıza gelsin. Safımıza katılsın, kahvemizde otursun. Mescidimize girsin. Aynı sinemada film izleyelim. Lokantalarımızda birlikte yiyip içelim. Misafirimiz olsun, niçin onları bu kadar ahaliden uzak tutuyorsunuz? Bu farkında olmadan onlara zulümdür, bir çeşit mahkûmiyettir...”
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.