24 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara3°C
  • İzmir8°C
  • Berlin3°C

ÇARE

Ahmet Altan-

12 Haziran 2010 Cumartesi 16:44

Kendi ülkesinde esir düşmüş bir milletiz biz.

Cumhuriyet, kurduğu “düzenle” hepimizi kuşatıp bir çaresizliğin içine hapsetmiş.

Ordu-yargı-medya üçgeni, bu büyük kuşatmanın ayaklarını oluşturuyor.

İtiraf edeyim ki bu kuşatmayı büyük bir maharetle, hayranlık uyandıracak bir ustalıkla oluşturmuşlar.

Çıplak gözle baktığınızda kolayca görmeniz mümkün değil.

Yargı sistemini öyle yerleştirmişler ki özellikle incelemedikçe, bizi içine hapsettikleri ağın ilmeklerini görmüyorsunuz.

Eğer Ergenekon çetesinin üstüne gidilmeseydi ve yargının bazı unsurları telaşa düşmeseydi hiçbirimiz bu “gizli ilmekleri” keşfedemeyecektik.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun aslında ne işe yaradığını görmemiz mümkün olmayacaktı.

Orduya dokunan bir savcının hayatını mahvedecek mekanizmanın, düzenin içine nasıl yerleştirildiğini göremeyecektik.

Soruşturmayı engellemek için ne tür ilişkilerin, ne tür baskıların devreye sokulabildiğini asla anlayamayacaktık.

Halkın talepleri doğrultusunda anayasa değişiklikleri gündeme gelmeseydi Anayasa Mahkemesi’nin, Yüksek Seçim Kurulu’nun işlevlerini ve düzeni, “hukuka” da aldırmadan nasıl savunduklarını bilemeyecektik.

Ama şimdi biliyoruz.

Türkiye’nin, devleti kutsayıp halkı küçümseyen bir düzeni değiştirmek için harekete geçmesi, o “gizli” mekanizmanın açığa çıkmasına neden oldu.

Ek yerleri gözüktü.

Yıllarca, mafya cinayetlerinin izlerini silen “temizlikçiler” gibi devletin suçlarını örtüp saklayan medyanın da çatlaması, “suçu” haberleştiren yayın organlarının ortaya çıkması, bu büyük mekanizmanın, spot lambalarının altında kalmasını sağladı.

Suç ve suçlu birdenbire sahnenin ortasında çırılçıplak kaldı.

O anda da biz çaresizliğimizle yüzleştik.

Ordu hukuka uymuyordu, yargı da hukuka uymuyordu.

Yargının da medya gibi çatlaması, “düzeni değil” adaleti savunan hukukçuların harekete geçmesi, ordunun suçlarını bir ölçüde de olsa yargıya taşıdı.

Ama hukuku çiğneyen yargı konusunda elimiz kolumuz bağlıydı.

Kendisine hukuku uygulaması için verilen yetkiyi, yargı, “hukuku” çiğnemek için kullanıyordu.

Anayasa Mahkemesi, açıkça, fütursuzca anayasayı çiğniyordu.

Kurallara, kanunlara uymuyordu.

Ve, bizim, yargıyı şikâyet edebileceğimiz bir merci bulunmuyordu.

Sistem, bizi yargının “zorbalığına” esir edecek biçimde kurulmuştu.

Bu zorbalığı “türban” olayında yaşadık.

“367” rezaletinde yaşadık.

Anayasa Mahkemesi’nin yasalara aykırı davrandığını biliyorduk ama bu hukuksuzluğu engelleyebilecek, durdurabilecek, yargılayabilecek bir mekanizmamız yoktu.

Son olarak, 12 Eylül rejimini önemli ölçüde değiştirecek anayasa paketi de Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi ve Mahkeme bu değişiklikleri anayasanın açık maddesine rağmen engelleyebileceğinin sinyallerini verdi.

Anayasayı parlamento yapar, Anayasa Mahkemesi sadece bu yasanın yapılması sırasında “şekil şartlarına” uyulup uyulmadığını denetler, değişikliğin “özünü” denetlemesi, mahkemenin parlamentonun yerini alması anlamına gelir.

Bunun için bizim anayasamız bile Anayasa Mahkemesi’nin, anayasa değişikliklerini “esastan” incelemesini “yasaklar.”

Mahkeme, anayasal bir “yasağa” uymadığı, anayasanın “değişmez maddeleri” arasında bulunan “hukuk devleti” ilkelerini çiğnediği, parlamentonun hakkını gasp ettiği zaman ne yapacağız?

Bu çaresizliği, son zamanlarda bir tür “hukukçu Robin Hood” gibi sahneye çıkan genç yargıç Osman Can kırdı ve çareyi hepimize gösterdi.

Anayasa’nın değiştirilemez maddesi olan “hukuk devleti” ilkesini, anayasayı, hukukun üstünlüğünü korumak görevi ve yetkisi parlamentoya verilmişti, Anayasa Mahkemesi yasaları çiğnediği, hukuku yok saydığı, anayasanın değiştirilemez maddelerini fiilen değiştirmeye kalktığı zaman, parlamento, hukuku korumak ve Mahkeme’nin kararını geçersiz kılmak zorundaydı.

Eğer Anayasa Mahkemesi, parlamentonun anayasa değişikliklerini “esastan” inceleyip bozarsa, parlamentonun görevi mahkemenin işlediği bu “suçun” işlerlik kazanmasını önlemek ve Mahkeme’nin karını geçersiz saymaktı.

Şimdi bir çaremiz var hukuksuz yargıya karşı.

Parlamentoya görevini ve yetkisini hatırlatarak onu bu mahkemenin kararlarını yok saymaya çağırabiliriz.

Bu düzendeki esaretimizin en büyük kırılma noktası da bu olacak.

Parlamento “görevini” yaparsa, hukuksuz yargı sistemini bitirip, o gizli kuşatmayı kırabileceğiz.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.