25 Kasım 2024
  • İstanbul4°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara-1°C
  • İzmir5°C
  • Berlin8°C

CAMCI ŞAFİ’NİN TÜRKİYE SEVGİSİ

Mücahit Bilici-

18 Eylül 2013 Çarşamba 08:43

Bir zamanlar Silvan’da Şafi isminde bir adam vardı. Camcıydı. Dükkân sahibi olmak önemli, camcılık da nispeten teknoloji gerektiren bir işle meşgul olmak gibiydi. Camcı Şafi, bir gün Silvan’a Anadolu’dan gelen bir Türk öğretmen kadına âşık oldu. Fakat aşkına beklediği karşılığı bulamadı. Reddedilme sebebi her ne ise onu ortadan kaldırmaya azmetti. Önce dükkânını sattı. Kadının peşinden onun memleketine giderek kültürel ihtidaya teşebbüs etti. Bir türlü aradaki engeli aşamadı. Yaptıklarından anlaşıldığı kadarıyla Camcı Şafi, “din terakkiye manidir”e benzeyen şu sonuca varmıştı: “Kürtlük aşka manidir.” Ya o sebepten reddedildi, ya da kendisi reddi o sebebe bağladı, bilemiyorum, ama durum hayra alamet değildi.

Camcı Şafi, daha sonra Silvan’a geri döndü. Mağlup bir savaşçı olarak değil, muzaffer bir komutan gibi ihtişam ile döndü. Bulduğu çözümü de yanında getirmişti. İlk işi herkese ismini değiştirdiğini ilan etmek oldu. Şafi iken Hanifi mi olmuştu yoksa? Hayır, sonuna kadar gitmişti. Camcı Şafi herkese isminin artık Alparslan olduğunu söylüyordu. Üzerinde bayrak resmi olan tişörtler giymeye başlamış, koltuğunun altına büyük bir iftiharla koymak üzere en milli gazeteyi bile seçmişti. O bayraklı tişörtünü giyemediği zamanlar mutlaka bir elinde bayrak bulundururdu. Şafi, sağcılık ve Türkçülüğü temsil ettiğini zannettiği Türkiye gazetesini itina ile her gün alır, onunla Silvan’ın ana caddesini baştanbaşa dolaşırdı. Camcı Şafi’nin bu ulus aşan meczupluğu karşısında Silvan’da güçlü olan PKK bile belli ki ne yapacağını bilemiyordu.

Evet, Camcı Şafi bayrak guslü almış, Alparslan olmuştu. Etnik cenabeti izale ve kendini kendinden tenzih etme teşebbüsünü bir rutin faaliyet hâline getirmişti. Bu ritüelini, bütün bir şehir ahalisi ile bir meydan muhaveresine çeviren Camcı Şafi acaba hâlâ hayatta mıdır, Silvan’da mıdır ve en önemlisi bu travmayı atlattı mı, bilmiyorum.

Şafi’nin trajik hikayesini
, “bakın Kürtler ne acılar çekti” demek için anlatmadım. Bilakis, Türklerin gözüne pek görünmeyen ve sıradanlaştığı için belki Kürtlerin de normal karşılamaya başladığı gürültüsüz bir engizisyona dikkat çekmek için anlattım. Buna sömürgeci ruh tecavüzü diyebiliriz. Bunun insanlar üzerinde nasıl bir tahribat yaptığını görmek zordur. Camcı Şafi örneği sadece bu durumun içi dışına çıkmış renkli (en azından, kırmızı-beyaz) bir hikâyesidir.

Türk milliyetçiliğini
neredeyse zararsız bir gülünçlük seviyesinde ele almaya yatkın çok insan var. Dağ ve taşlara Ne mutlu Türk’üm diyene yazılması hakkında “elbette yanlış, çok saçma şeyler bunlar” diyen insanlar, o yazıların, farkında olmadığımız o görünmez suçunun belki farkında olmayan ortaklarıdır. Nasıl ki hırsızlık ve tecavüz suçu karşısında, “ay ne ayıp, hiç yakışmıyor” denemeyeceği gibi bu tarz sömürgeci tecavüz karşısında da “bunlar çok gereksiz, yanlış şeyler” denemez. Bunu demek, değil adaletin ve edebin, edebiyatın bile kurallarına aykırıdır. Nasıl ki, Ne mutlu Türk’üm diyene yazıları o yazılardan daha büyük bir tahakküm atmosferinin sızıntısıdır, öyle de Camcı Şafi’nin trajik hikâyesi, Kürtlere karşı işlenen suçların onları görünmezleştiren bir tarih perdesindeki anekdotal bir delikten görünen kısmıdır.

Elbette birileri “iyi, güzel de Türkiye bunları aştı. Şimdi TRT Şeş’te Kürtçe yayın var, bunlar geride kaldı” diyecektir. Doğru, değişen çok şey var. Ama Camcı Şafi’nin hakkını kim verecek? Onu Kürtlüğünden utanır hâle getiren tahakküm atmosferinin sorumlusu olan şahs-ı manevi bugün hâlâ ortalıktadır.

Neden devlet çıkıp tüm Kürtlerden mertçe ve açıkça özür dilemiyor
? Yoksa Kürtlerin statüsü böyle bir özre müsaade mi etmiyor?

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.