BU YUMURTALAR CİVCİVLİK Mİ, YOKSA OMLETLİK Mİ? (2)
Ersin Tek
25 Aralık 2010 Cumartesi 16:28
Neden insan kalbi sevgi yanında kinle doludur? Kim anlatabilir ki bize bu durumu…
Öğrenci protestolarında en çok tartışılan taraf olayların şiddet boyutuydu. Göze çok battı bu durum. Ortada iğrenç manzaralar vardı.
Devlet orantısız bir şiddet örneği sergiledi. Acımasızca yerlerde sürüklenen, tekmelenen, biber gazı ile saldırılan öğrencileri gördük. Kabul edilecek, haklı gösterilecek bir tarafı yoktu bu şiddetin.
Beri yandan, devletin bu şiddetine tepki olarak(bir kısmı bu tepkinin dışında!) öğrencilerin politikacılara, yazarlara, akademisyenlere uyguladığı şiddet(yumurtalı, boyalı, gürültülü susturma girişimleri) vardı. Fikirlerini söylemek isteyen kişileri yumurtalı, boyalı saldırılarla, gürültüyle susturmaya çalıştılar. Başarılı da oldular. Bu da bir şiddetti, bunun da mazur görülecek bir tarafı yoktu.
İki şiddet örneğini aynı kefeye bırakmak doğru değil belki, ama ikisinin de şiddetin farklı görünümleri olduğunu kabul etmek gerek.
Tüm bu şiddet manzaralarının içinde birde, eylemcileri ve iktidarı savunanların yazılarında, söylemlerinde, tartışma programlarında birbirine uyguladığı şiddet çeşitleri var.
Bir tartışma programında izlediğim sosyalist bir yazar, bağırıp çağırıyordu. Yenilmişliğin, acizliğin, kaybetmişliğin ağır psikolojisine kapılmış olacak ki faşizm dediği, karşı çıktığı olgunun daha alasını karşısındakine yapmaya çalışıyordu. Sesi yükselirken gözlerindeki öfke, nefret ve şiddet duygusu pis pis sırıtıyordu. Öfke dolu ses, yazarın şiddeti nasıl içselleştirdiğini gösteriyordu. Şiddete karşı çıkıyordu güya bu yazar. Ama yaptığının da bir şiddet olduğunu unutuyordu. Bir taraftan mağdur edebiyatı yapıyor, bir taraftan da zafer naraları atıyordu. Karşısındaki iktidar yanlısı yazar onun kadar sert olamıyordu. Ama o da iktidarın şiddetine kılıf uydurma peşinde idi.
Hak, hukuk, mağdurluk ve zalimlik çizgisi bu aralar çok karışık. Özellikle de son olaylarda daha da çok karıştırıldı. Çelişkiler diz boyu…
Kabil’in cinayeti ile başlıyor her şey… Geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak olanlar bununla birebir ilişkisi var. İnsan(lık) oluş halindeki bir varlıktır. İnsanın kökenlerine işlemiş bir şiddet gerçeği var. Şiddetin kökenlerini anlamak için insanın yaratılış yapısını iyi incelemek gerek… Şiddet insanlığın gündeminden hiç eksik olmadı bugüne kadar. İnsanlık tarihi kanla yazıldı. Bu yüzdendir şiddet hiç düşmedi yüreğimizden, dilimizden, elimizden. Kimi zaman problemlerin çözümü için şiddet bir araç olarak görülmüşken, kimi zaman da toplumları bu şiddet olgusundan arındırmanın çareleri aranmıştır.
Şiddet, daha çok güçsüzlerin yüreğine korku salmak için yapılır. Güç söylentisi çabuk yayılır çünkü; güçlü biri güçsüz birini ezmiştir, sindirmiştir, yok etmiştir. Korku böyle daha çabuk yayılır. Daha güçlü bir tesir bırakır. Sonrasında ise acı acı yakınmalar, geri çekilmeler…
İçinde yaşadığımız bu toplum yüzyıla yakın bir süredir şiddet problemleriyle mücadele ediyor. Bir türlü bu şiddet sarmalından kurtulamadı. Dönem dönem rahatlama gösterse de, gidişat hep gerilimli, dışlayıcı, şiddet dolu bir tarafa evirildi, eviriliyor. 70’li, 80’li, 90’lı yıllar bu şiddetin dozajının aşırı şekilde arttığı ve bu toplumun bir şiddet karabasanına teslim düştüğü yıllardı. Bu yıllar toplumsal hafızaya acı ve kanlı hatıralarla kazındı. İzlerini silmek hiç de kolay değil.
Kendini daha çok siyasi biçimlerde ifade eden bu şiddet, toplumun tüm kesimlerinde belirgin bir etki yapmıştır. Özellikle de genç kuşaklarda yarattığı tesir ve tahribat çok büyüktür. Gençliğin doğasında varolan eylemsellik, başıboşluk, asilik bu şiddetin daha etkin, daha tehlikeli bir hal alması yolunda büyük rol oynamıştır. Bu da kaostan rant kazanmak isteyen ellerin işine yaramıştır hep. Yaşadığımız bu son olaylar da bir nebze o bilinçaltının, o senaryonun devamı. Son tortular…
Bütün bu şiddet türleri birer patolojidir aslında. Bu patoloji tespitini, Urfa’da bazı öğrencilerin gürültü çıkarması sonucu susturulma gibi bir şiddete maruz kalan yazar Mümtazer Törköne yaptı. Haklı olaraktan patoloji deyiverdi bunlara; bir tarafını eksik görerek tabi. Eylemcilerin uyguladığı şiddet ve eski tüfeklerin azan nostaljileri için patoloji derken, devletin uyguladığı şiddetinin çoğunu görmezden geldi. Törköne, bir şeylerin içini tam açmadı. Geçmişi ve bugünü sadece bir tarafından okumakla yetindi. Bu yüzden şu an ki realiteyi tam okuyamadı. Düzenin bozulmasının kimsenin işine yaramayacağını dillendirdi sadece. Ama devam etmesi gerektiğine inandığı düzenin ne olduğunu da tam söyleyemedi.
Şiddeti körükleyenin klasik ve hantal devlet yapısının olduğunu görmesi gerekiyor. Şiddeti işine geldiği yerde meşru gören bu devlet yapısı, şiddet kendisine çevrilmiş olarak gördüğünde ise şikayet etmeye başlıyor. İnandırıcı gelmiyor bu şikayetler. Son olaylarda da bu duruma düştü devlet. Devletin uyguladığı şiddet daha büyük bir patolojidir. Filozofun dediği gibi: ‘‘Devlet soğuk yüzlü canavarların en canavarıdır.’’ Bu canavarın geçmişte sergilediği şiddet örnekleri ve izleri ortadadır.
Bugüne kadar ileri sürülen düzen arayışı söylemlerinin içi boş bırakılıyor. Kuru söylem ve temennililerle geçiştiriliyor. Oysa düzeninin arka planında düzensizliğin varolması gerektiği gerçeği yatıyor. Paradoksal bir durum bu. Düzensizliğin doğasındaki düzen veya düzenin doğasındaki düzensizlik gerçeği… Atom altı dünyanın bize anlattığı şeylere biraz kulak kabartmalı. Apayrı şeyler anlatıyor. Düzen arayışının tragedyası... Hakikat doğru analiz edilmeli, doğru anlaşılmalıdır. İdeolojik klişelerle ve çıkar endişesiyle aşılacak bir durum değil bu yaşadıklarımız…
Ahmet Altan da eylemcilerin şiddetine ‘Kemalist Şiddet’ deyiverdi. Evet bu şiddetin ideolojik bir yönü var. Özellikle de sol ideolojilerde şiddet, bir hak arama ve otorite sağlama aracı olarak yaygın bir şekilde kullanılıyor. Şiddet, sol fraksiyonların kökenlerinde de eskiden beri yoğun şekilde var. Geçmişte de bazı sol grupların birbirine karşı uyguladıkları şiddet gerçeği ortadadır.
Ya bu şiddetin bir tarafı olan devletin(iktidarın) ideolojisi ne? Devletin uyguladığı şiddet de, sözü edilen ideolojinin bir yansıması değil midir? O zaman iktidarın bu kemikleşmiş yapıyı sürdürme isteği varken, uyguladığı şiddetle, baskıyla, liberallerin hayal ettiği özgür bir ülkeyi inşa etmesi mümkün müdür?
Şiddetten medet uman sol kesimler ve bazı hükümet karşıtları, Tekel işçilerinin direnişlerinde de büyük bir sonuç bekleyerekten –en büyük beklentileri Akp hükümetinin devrilmesiydi-, Ankara’da eylem yaptılar. Kendilerince bu işçi direnişiyle, 68 ruhuna benzer bir eylem gerçekleştirdiler; ama olmadı, gerçekleşmedi beklentileri ve sonra işçileri kuzu kuzu iktidarın kollarına bıraktılar. Başka yolları yok; şiddet eylemlerinin, halktan destek almayan, halkı mağdur eden grevlerin, protestoların, yeni dünya düzeninde karşılık bulmayan aforizmaların, dar kapsamlı ideolojik argümanların dışında tutundukları hiçbir şeyleri yok bunların.
Sol kendisini siyasi bakımdan iktidardan bağımsız sayabilir, ama ekonomik anlamda iktidara bağımlı olduklarını ve birer köle olduklarını unutuyorlar.
Bir 68 kuşağı efsanesi tutturmuş gidiyorlar. Bu yüzden değişen yeni dünya gerçekliğine ayak uyduramadıkları gibi, kendi çelişkilerini de göremiyorlar. Tutundukları dalı kendi elleriyle kesiyorlar. Siliniyorlar tarih sahnesinden farkında değiller. Sol büyüttüğü kendi efsanesine dönüp yeni baştan bakmalı ve bunlarla ilgili doğru tahliller yapmalı. Bu, kendileri için bir zorunluluktur. Kendilerini aldatmaktan vazgeçmeliler artık. Gerçeği anlamak ve kabullenmek erdemdir. Kendi aynalarında kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeleri ilk işleri olmalı. Yoksa bu solun bundan öte gidecek bir yeri yok.
Bu ülkedeki tüm kesimlerin tarihe karşı sorumluluk çerçevesinde yeni okumalar yapması gerek aslında; Tarihi olayların tahliliyle ilgili “tarihi olayları kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir” şeklindeki kriterini daha iyi düşünmeleri gerekiyor. Bu yaklaşımın icrası çok zor bir iştir. Öyle basite alınacak gibi değildir. Geçmişe dönmek ve o dönemi yaşamak muhal olduğundan tahlil konusu olan tarihi olayı yaşayanların yaşadığı koşulları ayniyle idrak etmek imkansızdır. Ancak ilgili dönemin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, askeri, ideolojik ve psikolojik şartlarına tam anlamıyla vakıf olunabilirse doğruya yakın bir değerlendirme yapmak mümkün olabilir. İşte bu zorluktan olsa gerek, şimdiki kuşaklar önemli tarihi olaylara ilişkin ortak bir değerlendirmeye ulaşamamaktadır. Eski korkular, eski söylemler, eski alışkanlıklar, eski manzaralar aynen devam ediyor.
Geldiğimiz nokta itibariyle şiddet hiç kimsenin işine yaramıyor. İşi daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Siyasi reklamın bir türü olarak devreye sokulan her şiddet bir yerde durmak zorundadır. Maceraperestliğin, iktidar hırsının, sloganik yaşamanın bir anlamı ve sonu yok... İnsanlık tarihinin verdiği ders bu; şiddetin ardında trajik kayıpların, acı pişmanlıkların, geri dönüşsüz sonların var olduğu gerçeğidir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.