BU SAVAŞ SÜRDÜKÇE...
Orhan Miroğlu
28 Ocak 2012 Cumartesi 01:55
Diyarbakır’da İç Kale’de çıkan insan kafatasları acaba bir halka yıllarca reva görülen bir zulmün hesabını sorabilmek için, yeni bir milat ve yıllardır adalet bekleyen, kaybedilene bir mezar hakkı isteyen mağdurlar için yeni bir umut olabilir mi?
Maalesef bu sorulara bugün için evet demek, kolay değil.
Arjantin’de Şili’de benzer bir tarih, yani toplu infazlar, gözaltında kayıplar ve binlerle ifade edilen cinayetler, ancak askerî diktatörlük koşullarında mümkün olabildi.
Türkiye’de durum epey farklı görünüyor.
Bizde faili meçhul cinayetler, köylerin boşaltılması, gözaltında kayıplar gibi sistemli olarak işlenen suçlar ve gerçekleşen ihlaller, askerî diktatörlük altında değil, 1990’lı yıllarda meydana geldi.
12 Eylül faşizminden sonra Türkiye’de halk, liberal fikirleriyle tanınan Özal’ı ve partisini, askerlerin tercihi bu olmamasına rağmen, ilk seçimlerde iktidar yapmıştı..
Yani insanların infaz edilip toplu mezarlara gömüldüğü dönem bir askerî rejim döneminden görünürde çok farklı.
Serbest seçimler 1983’te yapılmış. Parlamento açık. Siyasi partiler faal. Siyasetçiler AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer diye demeçler veriyor.
İnsanların sokak ortasında infaz edildiği bir Türkiye gerçeği ile, AB’ye girmeyi önüne stratejik bir hedef olarak koymuş bir Türkiye gerçeği yan yana duruyor..
O yıllarda halkın yüzde 70’i AB’ye girmekten yana.. Partiler bu veriyi önemsiyor ve politikalarını buna göre oluşturuyor.. AB sürecine karşı olan parti yok gibi..
Peki, aynı halk ve aynı partiler nasıl oldu da, ülkenin bir bölümünde yaşanan hakikatlere, oradan gelen ölüm haberlerine, oradan gelen yüz binlerce insanın per perişan halde gelip metropollere yerleşmesine ve bu şehirlerin varoşlarında hikâyeleriyle beraber kaybolup gitmesine ses çıkarmadı, ülkenin adeta tecrit edilmiş bir coğrafyasında olup bitenleri görmezlikten geldi, herhangi bir merak duymadı ve sustu?
Nasıl oldu da, sadece askerî rejimlerle yönetilen ülkelerde işlenmiş bu suçların benzeri olan birtakım suçlar, görünürde parlamenter demokratik sistemi olan, AB’yi talep eden ve sivil hükümetlerin yönettiği bir ülkede ve bu ölçüde mümkün olabildi?
Bu sorulara cevap bulmadan, ülke sathında artık haritalarla gösterilen toplu mezarlar gerçeğiyle yüzleşebilmek mümkün değildir.
İsterseniz sorularımızı güncelleştirelim..
Ergenekon, Balyoz, Kafes ve benzeri planlar nedeniyle başlayan yargı sürecinde, “suçun kolektifliği” ve belli bir askerî hiyerarşi içinde meydana geldiği kabul edilerek, en son bir Genelkurmay başkanını da tutuklatan, ordunun üst kademesinin yaklaşık üçte ikisini kapsayan derin soruşturmalar, aynı Ergenekon’un ve aynı aktörlerin Kürt coğrafyasındaki faaliyetleri söz konusu olduğunda neden birkaç JİTEM subayının ve tetikçi olarak kullanılan eski PKK itirafçılarının ötesine geçemiyor?
Neden, iki astsubay ve okuryazar olduğu bile şüpheli eski bir PKK itirafçısı Şemdinli davasından kırkar yıl alırken, bu iyi çocukları tanıyan, onları kullanan Yaşar Büyükanıt gibilerine dokunulamıyor?
Darbe planlarının, haklı olarak ancak askerî bir emir-komuta hiyerarşisi içinde mümkün olabildiğine inanan, bu yüzden de soruşturmayı Genelkurmay başkanlarına kadar derinleştirebilen savcılar, neden, yıllarca ve sistemli olarak bir bölgede meydana gelen ihlalleri, bir etnik gruba karşı işlenmiş insanlık suçlarını araştırırken bu askerî hiyerarşiyi ve suçun kolektifliğini görmezlikten geliyorlar?
Çok değil, bir tek cevabı var bu soruların.
PKK’yle mücadele söz konusu olduğunda her şeyin mubah görüldüğü bir dönemin bugüne kadar devam eden siyasi kültürü ve siyasi kabulleriyle hesaplaşılamadı.
Dün bu suçları mümkün kılan, katillere cesaret veren bir “ulusal mutabakat”, bugün de varlığını sürdürüyor.
“Devlete isyan eden her şeyi hak eder” diyen bir zihniyet söz konusu ve bu zihniyet yargıdan, siyasete kadar hâlâ çok etkin..
Uludere’de yaşanan katliam için hükümet ve devlet adına kimsenin özür dilememesi bu anlayışın sonucudur.
Olur ya özür dilenirse, PKK’yle mücadele eden ordunun morali bozulur!
Oysa, madem ufukta PKK’yle savaşmaktan başka bir şey görünmüyor, bu moralin öyle özür filan dileyip harcanması değil, korunması gerekir!
Kabul etmek lazım, medyanın, siyasetin ve bürokrasinin gerçekleşmiş darbeler ve teşebbüste kalmış darbeler karşısındaki kararlı siyasi tutumu ile, PKK’yle mücadele sürecinde meydana gelen ihlallere karşı tutumu arasında büyük fark vardır.
Bu fark yüzünden Fırat’ın ötesindeki Ergenekon’a dokunulamadı..
Çünkü PKK’yle savaş sürüyor. Ve PKK’yle savaş, Türkiye’yi hiç beklemediği bir zamanda, 1990’lı yıllara geri götürebilir.
Uludere katliamı 1990’lı yıllara geri dönüş değilse, nedir?
Ve bu türden katliamların bir daha tekrarlanmayacağının herhangi bir garantisi var mı?
Bence yok. Savaş sürdükçe yok. Ve savaş sürdükçe toplu mezarlardan çıkan kemiklerle yüzleşmek de yok.. Türkiye’nin darbeci generallere ihtiyacı kalmadı.
Ama Türkiye’nin, yirmi yıl önce, PKK’yle savaş bahanesiyle o insanları öldürüp o mezarlara koyan MGK zihniyetine, o zihniyetin sahibi generallere , bugün de ve yirmi yıl sonra, savaş devam ettiği için, ihtiyacı var.. Siyasi iradenin ve halkın arkasında durduğu gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma bu ihtiyacın bittiği bir arafta başlayabilir ancak..
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.