BU MEVLİT FARKLI OLMALIDIR!
Abdullah Can
29 Haziran 2016 Çarşamba 14:14
Ramazan Ayı’ ın Kur’anî deryasına dalmak; o deryada gönlünce yıkanmak... Onun dua ve ibadet yüklü atmosferine kanat çırpmak; o atmosferden doyasıya soluklamak.. Onun manevî ve lahutî gözesine oturmak; o pınardan kana kana içimek... Umudum o ki, bu bahtiyarlığı hakkıyla yaşıyorsunuzdur. Beşerî kirlerden arınmak, maneviyata “yeniden uyanmak” adına, birkaç yıldır ailecek “küçük bir hicret”e çıkarız. Oruç ayına denk getirdiğimiz bu hicret, bizim için “senelik bir diriliş” vesilesidir. Size de tavsiye ederim...
Malum, bu yıl, Said-i Nursî Hazretleri’nin vefatının 56’ncı yılıdır. –Adet olduğu üzere– bu yıl da O’nun adına “mevlit” tertip edilecektir. Mevlit, önümüzdeki Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan akşam, Teravih namazını müteakiben okunacaktır. Bir kez daha Üstad’ın şahsiyet ve davası yâd edilecektir. Başta bölgeden olmak üzere, memleketin her yanından ziyaretçi akını olacaktır. Bütün bunlar, alışılagelen bir uygulamanın tekerrürüdür. Bir “yenilik” yapılmazsa, bu ihtifalin sıradanlaşıp usandıracağı kesindir. Çünkü fıtrat, yeknesaklık(monotonluk) kaldırmaz. Değişim, dönüşüm ve yenilenme, hayatı, tatlandırır, anlamlı kılar. Tekdüzelik, bıktırır, yıldırır; ölgünlük ve ürünsüzlüğü doğurur.
Madem mevlidi okunacak olan, Said-i Nursî’dir; mevlidinin de onun “tefekkür” dünyasına ve “dava” şuuruna uygun olması gerekir. O, “sünnetullah”ı en iyi işleyen zattır. Kitabullah’la birlikte Kâinat Kitabı’nı en güzel okuyan kişidir. Gençliğinden vefatına kadar, hayatı son derece renkli ve bereketli geçmiştir. Efendimize(asm) uyarak, iki gününü eşit geçirmemiştir. Sürgün, hapis, hastalık dinlememiş; sürekli üretmiş, hep hareketli olmuştur. Kendinden ziyade yaşadığı cemiyeti düşünmüş; merkezden çevreye açılımla, ümmetin ve dünyanın derdiyle ilgilenmiştir. Külliyat ortadadır; hangi sayfasında “monotonluk” tavsiye edilmiştir? Bulamazsınız!...
Mevlit Tertip Komitesi’nin niyeti halis, aşk ve heyecanı yüksektir; buna bir diyeceğim yok. Ancak, her yıl aynı üslup ve muhtevada yürütülen bir kutlamanın, –biraz da olsa– onları düşündürtmesi lazım gelir. Mevlit “vesile” kılınmalı, “amaç” olmamalıdır. Bunca insan, sırf mevlit dinlesinler diye Urfa’ya çağrılmamalıdırlar. Tepilen bunca yol, katlanılan onca yorgunluk ve masraflara yazıktır. Bu kutlamaya, “ibadet” diyemeyiz herhalde! Koca insan seli, geldikleri gibi gitmemelideler! Gidişatı hep eleştirmişim; yeni bir ruha ihtiyaç olduğunu hep söylemişimdir. “Peki, nasıl olmalıdır?” dediğinizi duyar gibiyim...
Şahsî cevabım, bazı “tenkit” ve “tavsiyeler” ışığında olacaktır. Tenkit edeceğim, çünkü serzenişlerim, tenkitlerimdir. Tavsiyelerim olacak, çünkü salt tenkit, yıkıcıdır, yaralayıcıdır. Hastalığı teşhis edip tedavisiz bırakmak, maharet değildir. Yara açmadan tedavi ise, en sağlıklı metottur. Fakat maalesef, ortada devasa bir yara var; cerrahi müdahale zorunludur. Bu itibarla, her bir tenkidim, birer neşterdir. Birilerini incitebilir... Önemli olan, neticedir!
1- Üstadın “talebe” ya da “varis”i olduğunu zannedenler, bu güne kadarki mevlitleri iyi yönetememişlerdir. Mevlidi, başta “Nur Talebeleri” olmak üzere bütün müminlerin “vahdet”ine vesile kılmaları gerekirken, Nurcular arasında bile “tefrika”ya sebep olmuşlardır. “Cemaat yandaşlığı” dolayısıyla, umuma mal olamamışlardır. Mevlitlerde de aynı pozisyonlarını korumuş, ötekilerle ihtilat ve diyaloga geçememişlerdir. Bu durum, ötekileştirilenlerce yadırganmış; soğuk karşılanmalarına sebep olmuştur. Hâlbuki “varisiyiz” dedikleri Üstad, asla “ben” ve “öteki” dememiş, hep “biz” ve “hepimiz” demiştir.
Bunun çaresi; Nur’a mensup bütün çevrelere karşı “eşit mesafede” durup, “ayırım” ve “ayrıcalığı” ihsas edecek davranışlardan uzak durmalarıdır. Bu hususta geç kalınmış da olsa, her şey bitmiş değildir. Evvela, az da olsalar, hayatta olan bu kadim talebeler, bu ihmalkârlıklarını amale(fiiliyata) tebdil ederek, bütün cenahlarla irtibata geçmelidirler. İkincisi, cemaatlerin önde gelen şahsiyetleri, bu ihmalkârlığı tekrar etmemelidirler; acilen “benmerkezci”likten uzaklaşıp, bütün çevrelerle diyaloga geçmelidirler. Aksi takdirde, kimse “rahmeti” intizar etmesin! Zira ihmalkârlar kadar, onların “sünnet-i seyyieleri”ni(kötü uygulama) takip edenler de sorumludur. Keza, “evet” dercesine, sessiz kalan yığınlar da...
2- Gerek saf-ı evvel varis ve talebeler, gerekse yılların terbiye ve tecrübesine sahip kıdemli Nurcular, bu mevlidi bir “ortak şura”ya tebdil edemediler. Şuraya âmir ayetler ve şartların dayatmasına rağmen, şurasızlık esas alındı. Bu gaflet, Nur Talebelerini birbirinden uzaklaştırdığı gibi, “Ümmet-i Muhammediye’yi selamet sahiline çıkartan Rabbanî geminin hizmetçileri”1 olma rollerini de ellerinden almış gibidir. “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır”2 düsturu ise, ne yazık ki bir slogan düzeyinde bırakıldı.
Bunun çaresi, “asla rücu”(öze dönüş) hamlesiyle “şura”ya dört elle sarılmak; başta Nur Cemaatleri olmak üzere, Müslümanları şura hakikatiyle buluşturmaktır. Mevlit, şuranın ihyasına güzel bir vesile olabilir. Mevlit vesilesiyle davet edilenler, umumi bir sempozyumla aydınlatılırken, rükün mesabesindeki şahsiyetlerle “memleket” ve “âlem-i İslâm”ın sorunları masaya yatırılabilir; ilmin ve imanın ışığı altında çözümler üretilebilir. Aksi takdirde, “Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak istidatta olan hakikat-ı İslamiyet”3, nazarlara “matem tutmuş bir siyah çadır” şeklinde görünecektir. Şura, acildir, ihmale gelmez. Her türlü taassuptan arınmış olarak, bu işe önayak olma sorumluluğu, bütün tarafların boyundadır.
3- İlk mevlidin tertip edildiği tarihten bu güne kadar bir yarı ömür geçti; başta Üstad’ın “varis ve vekiliyim” diyenler olmak üzere, ileri gelenlerden hiç biri, Urfa’da, “Üstadımın mezarı nerede?” diye haykırmış değildir. Hep boş bir mezarın başına birikirler, Fatiha göndermekle yetinirler. “Niye kaçırıldı?”, “Nereye kaçırıldı”, “Ne yapıldı?” diye sormazlar. Boş mezarın başına diktikleri mermere kazıttırdıkları sahte bir mektupla ağızlara gem vurulmuş, iradeler susturulmuş, tartışmaların “peşinen” önü alınmıştır. Bu nasıl bir profesyonellikse, 56 yıldır koca bir camiaya “sus payı” ayarı verdirilmiştir!...
Yapılacak olan, mevlidi vesile bilip, sorumlulardan “kayıp mezar”ın yerini sormak, sordurmaktır. Sahte ve ilave mektup yerine, onun “hakisini” dillendirmektir. Ta ki Nur Talebeleri “iğfalden”, mezar hırsızları ise “sorumluluk”tan kurtulabilsinler. 2016’nın mevlidi, tarihe tanıklık etmelidir; 56 yıldır kaybettirilen naaş bulunmalıdır; çalındığı yere iade edilmelidir. Bu sorumluk, “devlet” kadar, Nurculara da aittir. Uydurma mektupların arkasına gizlenmek, onunla maskelenmek, sorumluluktan kurtaramaz. Her dönem, bir siyasî partinin denizine yelken açanlar, eşiklerine yüz sürenler, tarafgirlik nutukları atanlar, el açıp niyaza duranlar, bir kez de, “Sayın devletlûlarımız! Üstadımızın naşına ne yaptınız?” desinler! Bakalım, diyebilecekler mi? Yoksa, devletin hikmetinden sual sorulmaz mı?!...
4- Urfa’daki mevlit kutlamalarında gördüğüm o ki, “zahirî bir beraberlik” temin ediliyor. Çünkü her Nur Cemaati, gerek mevlit öncesi, gerekse sonrasında, yalnızca kendi cenahıyla hemhal oluyor; onlarla gezip tozuyor. Külliyat, Kur’an ve Cevşen başta olmak üzere, genellikle aynı eserlerin teşhir edildikleri farklı stantlar, Nur Talebelerindeki bölünmüşlüğün de aynasıdır. Mevlide rezerv koyanların yanı sıra, gelip de bu pozisyonlara girmek, hayra alamet değildir. Ayetin, “Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri paramparça”4 ifadesine denk bir manzara... Bu tablonun, “rahmet” ve “tevfik-i ilahîyi” celp etmeyeceği açıktır...
O halde yapılması gereken; başta aklı başında, kalbi yerinde, feraseti açık “akiller” olmak üzere, “İçinizde insanları hayra çağıran; iyilikleri emredip kötülüklerden sakındıran bir topluluk bulunsun”5 ayeti istikametinde, birlerin yapıcı adımlar atması lazımdır. Bu güne dek büyükler, büyüklük gösterip de bu işe girişmediler; ümidim o ki, bu “sünnet-i seyyie” böyle kalmaz; biriler, –hemen şimdi– der, hiç bir ayırıma girmeden, her türlü taassubu bir yana itip Dergâh’ta toplanan kalabalığa dalar, selam ve musafaha eder, gönül ve gözleriyle tanışmaya girerler; müdavele-i efkâr ve istfisar-ı ahvalde bulunurlar.
5- Mevlide gelenler, önceden şartlanmış ve kodlanmış gibi gelmektedirler. Müsebbipler, daha çok Nur Cemaatlerinde söz sahibi ve eğitimci pozisyonda olanlardır. Kendi mensuplarını, farklı olanlara karşı doldurup sadece menfilikler üzerinden şartlandırırlar. Böylece, hayır niyetiyle yapılan bir ziyaret ve kutlamayı bile, günah kazanmaya vesile kılıyorlar. Yayınevlerine, giyim kuşama, konuşulan lisana kadar, önceden yapılan telkin, tarif ve tasvirlerin etkisiyle rezerv ve çekinceler konulur. Bu durum –ister istemez– ilişkilere sirayet ediyor; taraflar, takım tutar gibi, farklı kutuplara çekiliyorlar. Tevhid toplumunda “cahiliye”nin icrası...
Buna mukabil, Allah’ın rıza ve kabulünü her şeyin fevkinde tutan; hayatını, Kur’an ve Sünnet ekseninde şekillendiren Nur Talebelerinin, bütün bu robotlaştırma çabalarına rağmen, iradesini “Abiler”in ve “sözde eğitimciler”in insafına değil, kalp ve kafalarına yerleştirmeleri; her kesime karşı kardeşçe ve muhabbetle davranmalıdırlar. Adeta “Haya’lel-cemaati”(cemaatime gelin) diyenlere mukabil, “Haya’lel-Uhuvve”, “Haya’lel-muhabbe” diye çağrıda bulunmalıdırlar. Mevlidi bir ticaret panayırı haline getirenlere de, “Sizin niyetiniz ne olursa olsun, bizim için esas olan hakikatlerdir” deyip, birinden Kur’an, birinden Cevşen, birinden Risale almasını bilmeliler. Ya da, “Sizin ticaretiniz size, benim ticaretim bana!” deyip, “tanışma”, “fikir alışverişi” ve “gönül kazanma” ticaretine bakmalıdır.
6- Cemaatlere hükmedenler, Nur Mesleğindeki “uhuvvet” ve “tefanni” sırlarını bozmuşlardır; ya da “inhisarcı”(tekelci) zihniyetle, kendi mensuplarına has kılmışlardır. Dolaysıyla, “İhlas ve Uhuvvet Risaleleri”ndeki şümullü düsturlar, inhisarcı uygulamalarında “cemaatçiliğe” dönüşmüştür. Dini millileştirenler gibi, Nurları, “cemaatçiliğe” kurban etmişlerdir. Bu tiplerin bir diğer handikabı ise, Üstad’ı “sultan”, kendilerini “veliahd” telakki etmelerdir. “Abi”, “Hoca Efendi”, “Üstad-ı Sani”, “Hayru’l-Halef”, “Sarıklı Genç” anakronizmi böyle doğmuştur. “Ağabeyler Saltanatı” da diyebileceğimiz bu bid’at(türedi) durum, ne yazık ki altta kalan cemaati “reaya” konumuna itmiştir.
Bunun çare-i yegânesi; ya bulundukları makamın hakkını vermeleri, ya da mahiyetini bozacaklarsa, aşağıya inmeleridir. Kolay mı? Hayır! Saltanat ve menfaatin tadına varanlar, bırakın terk etmeyi, paylaşmayı bile yanaşmazlar. Yapılacak şey, onları tanımamaktır. Zira dava kalıcı, şahıslar geçicidir. İslâm’da, “liyakat”, “ehliyet”, “tevazu”, “takva” ve “amel-i salih” esas, “zorakîlik”, “tufeylilik”, “tekebbür”, “tefahur” ve “tecebbür merduttur. “Şahs-ı manevi”nin hükmettiği asrımızda, “enaniyet” ve “hodfuruşluğa” yer yoktur. “Din ile dünya avcılığı”na çıkmış bu “müteşeyyih”(şeyh taslağı) tipler, harim-i hizmetten uzak tutulmalıdırlar. Biriler buna “isyan” diyebilir; varsın desinler. Ölçümüz, “Allah’a isyan olunan yerde, kullara itaatin caiz olmadığı”6dır.
6- Mevlitlerde “memleket” ve “âlem-i İslâm”ın sorunları konuşulmuyor. Dua, salavat ve tilavet-i Kur’an ve risale okumaları elbette lazımdır; her zaman için olmalıdır. Ancak coğrafyamız kan ağlıyor, “cahiliye” bütün vahşetiyle hortlamıştır. Kavmiyetçilik ve mezhepçilik ve ideoloji savaşları, en ilkel haliyle yaşanmaktadır. Cahiliyye’nin bile “haram ayları” varken, çağdaş cahiliyyenin Ramazan’a da saygısı yoktur. Bu manzara, vuruşan tarafların nasıl da emperyalizme alet olduklarını gösterir. Vahşet bu aşamada iken, Nur Talebelerinin projesi nedir? Bölgesel ve küresel barbarlığa dair çözümleri ne? Nurlarda yok mudur? Kesinlikle var! Peki nerede? İrade yok! Hangi irade? Hâkim güç ve iktidarlar! Zira bağımsız çizgisi olmayanların, bağımsız iradeleri de olmaz...
Peki, böyle mi sürecek? Elbette hayır! Hâlihazırdaki mevlit formatı buna elverişli midir? Eğer ki bağımsız olursa, evet. Yok, otoritenin müsaadesine vabeste ise, hayır. O yüzden, Nur Talebeleri, çözüm üretenler olmalıdırlar. Din insanlar içindir, insansız dinin anlamı yoktur! Kendimiz çalıp kendimiz oynamayalım! Bir-iki saat okumak ve dinlemekle, dünya-ahiret imar olmaz! Himmetimiz büyük olmalıdır! Karşımızdaki “yangın”ın büyüklüğü ve yakıcılığı, “iş başına!” dedirtecek çaptadır. Akıl, vicdan, izan, iman ve insaniyet harekete geçir! Yaşanan kör düğüşün “dipsiz bir kuyu”, şiddetin bir “ateş çukuru” olduğunu haykıracaksın! Zira bu anafor seni de yutacak, bu ateş seni de yakacaktır... Züğürt tesellilerinden vazgeç!...
Hâsılı: Emeklerimize boşa gitmemesi ve “şûristan”a(kum çölü) akmaması için, bir “zihniyet inkılabı”na ihtiyaç var. Ve unutma, bu inkılâbı gerçekleştirecek potansiyel, “şahs-ı manevinizde” mevcuttur. Geç olmadan, bul ve kullan! “Bu mevlit, buna vesile olsun” temennilerimle...
1 Lem’alar, s. 235
2 İçtimaî Reçeteler, s. 61, 62’den iktibas
3 İçtimaî Reçeteler, s. 118
4 Haşir, 14
5 Âl-i İmran, 104
6 Buharî, Cihad, 107
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.