BU KAVGA KİME HİZMET EDİYOR? (II)
Abdullah Can
10 Ağustos 2015 Pazartesi 13:59
Düşünce ve eğilimlerin, inanç ve uygulamaların, araç ve amaçların kaotik düzeyde ayrışıp çatıştığı bir zaman ve zeminde, sağlıklı düşünmek ve yorum yapmak; vicdan, izan ve aklıselimi işletmek kolay değildir. Parti ve takım fanatizmini andıran bu çok parçalı ve kavgalı toplumsal yapı, hayra alamet değildir. “Nerde inceyse oradan kopsun” yaklaşımı, acizlik kadar karamsarlığın da ifadesidir. Safları sıklaştırmak, bağları güçlendirmek, karşılıklı sevgi ve saygıyı perçinlemek, hak ve hukuku egemen kılmak dururken, şiddet, vahşet, nefret, kin, düşmanlık, tahammülsüzlük ve hukuksuzluğu dayatmaya kalkışmak kimseye yarar sağlamaz; yararı, sadece nifak tohumlarını yeşertenleredir. Tarih de, günümüz de buna şahittir.
Sayısal çoğunluk, göreceli dünyevî başarılar, güç ve kudret, haklılık ve istikametin göstergeleri değillerdir. Haklılık ve doğruluğun kriterleri bellidirler; onlar “evrensellik”, “fıtrata uygunluk” ve “yaratılış kanunlarıyla uyumluluk”tur. Soylu davaların ve dava adamlarının ölçütleri de aynı olmalıdır. Soysuz ve aşağılık yöntemlerle, soylu kişilikler oluşmaz, soylu hedeflere ulaşılmaz. Hırsızlığa uğrayan birinin intikam olsun diye hırsızlık yapması, namusu kirlenen birinin aynı namussuzluğu işlemesi kendi çevresinden öldürülen birine mukabil karşı bir cinayet işlemek gibi gayrimeşru yöntemler, fıtrat ve yaratılış yasalarına aykırı olduğundan, çözüm değil, çözümsüzlüğü derinleştiren teşebbüslerdir.
Hedef için her yolu hak, her yöntemi meşru ve mübah gören bir anlayış, gayrimeşrudur; sakattır ve daha baştan kaybetmiştir. Evrensel ve genel-geçer olan kural, “Pragmatizm” ve “Makyavelizm” olmamalı; amaç gibi, araç ve yöntemlerin de meşruluğu bir zorunluluktur. Evrensel yasalar böyle işler. Güçlü olanın zayıfı ezdiği, silahlı olanın “hukuk benim” dediği bir yaklaşım, “insanî”, “İslâmî” ve “vicdanî” değildir; olsa olsa, pratik hiç bir karşılığı olmayan felsefik-seleksiyoncu bir yaklaşım olur. Doğal dengenin korunması adına bütün canlıların üstlendiği bir misyon vardır. Et yemeyi kendine yasaklayanlar, hayvan kesimine karşı olanlar olabilir; ancak bu durum, özel ve istisnaidir, fıtrî ve doğal olmadığından evrensel, kapsayıcı ve genel-geçer olamaz. Doğa, işleyiş ve yasalarıyla tam bir uyum ve denge içerisindedir.
Bir insana, geri kalmış bir topluma en büyük iyilik, onlara kişilik ve iradelerini kazandırmaktır. En büyük kötülük ise, irade ve kişiliklerini gasp edip onları robotlaştırmaktır; insanlıktan çıkartmaktır. İradesiz insanlar, sürüdür; güdülüp sağılmaya, kullanılıp tüketilmeye; en iğrenç ve en korkunç işlerde kullanılmaya müsaittirler. “İradeli kılmak”, “özgürleştirmek” adına, toplumu kendilerine benzetenler, tek tipçi diktatörlerdir; insanın da özgürlüğün de düşmanıdırlar. Yaratıcının dahi saygı duyduğu insan iradesini, yok etmeye, rehin almaya çalışanlar, ilahlık peşinde koşan firavunlardır. Gücün, silahın, şiddetin, paranın, her türlü iğfal ve tezviratın alt ettiği insanlarımız, –umudum o ki– fıtrat ve doğasına aykırı olan bu zalimane sultaları yıkacaktır.
Tehdit, şiddet ve terörle; silahlı hamle ve atraksiyonlarla sivil siyasetin önü kapatılmamalı; hak ve özgürlük kanalları tıkatılmamalıdır. Kamuya ait hakların engellenmesi, umumun hukukuna tecavüzdür. Halk, yetkiyi, hukukuna tecavüz edilsin diye vermemiştir; veremez. Halktan aldıkları siyasî yetkiyi, ideolojik emellerine alet edenler, halk insanı ve insaniyet sevdalıları olamaz. Halk şiddetten, kandan, katliamlardan bıkmış, usanmış, gına getirmiştir. Mazlum halk çocuklarının kırılıp tükendiği bir ortamda, binlerce dul, yüzbinlerce yetimin geriye kaldığı bir coğrafyada, adalet ve özgürlük söylemleri, yalan ve palavralardan öteye gitmez. Ocaklara ateş düşürterek, ülkeyi kan ve barut kokusuna boğarak özgürlükler verilmez; özgür kılınamaz. Ülkesini, coğrafyasını yas evine, yetimhaneye çevirenlerin “adalet” ve “özgürlük” söylemleri inandırıcılıktan uzaktır; iğfal, yalan ve sahtekârlıktır.
“Silah bende, güç bendedir” ilkel anlayışından vazgeçilmelidir. Bu anlayış, zorba dönemlerin kalıntısıdır; askerî vesayet ve diktanın ifadesidir. Silah, saldırı ve haksızca katliamların aracı olmamalıdır. Onun yaşamdaki yeri binde bir oranındadır; o da, savunmak içindir. Silahın gölgesinde nutuk atanlar, tehdit edenler, haklılıklarını ispat edemezler; haklı olamazlar. Silaha sarılmak, sözün tükendiği, bütün insanî, medenî ve hukukî kanalların tükendiği noktada başlar. Bu durumda bile, tecavüzde değil, sadece savunmada kullanılır. Sivillere, çaresizlere, suçsuz, günahsız ve savunmasızlara yöneltilen her namlu, insanlığa, insanın onuruna yöneltilmiştir. Yaş-kuru ayırımı yapmadan cinayetin her türlüsüne fetva verenler; buna “cihat” ve “mücadele” diyenler, insanlıktan, İslâmlıktan, vicdandan nasibi olmayan vahşilerdir.
Vahşet ve bedevilik dönemlerinin zorba ve kavgacı kişiliğini çağımıza taşıyanlar, cennetlerini ateş kusan namluların ucunda görenler, coğrafyamızı ateşe verenler, dünya medeniyet ve kültür miraslarını viraneye çevirenler, insanî bütün değerleri ayaklar altına alıp çiğneyenler, “Yecüc” ve “Mecüc” taifesi, “Deccal”in komitesidirler. “Cahiliye” vahşetine rahmet okutan bu günkü zulümler, insanı insanlığından hicap ettiriyor; yeryüzünün bu uğursuzlarına “Lanetler olsun!” dedirtiyor. Vahşi gericiliği, yobazlığı ve insaniyet düşmanlığını “ilericilik” ve “özgürlük mücadelesi” ya da “İslâm’a hizmet” şeklinde değerlendirip yutturmaya çalışanların yalanları, yaptıklarıyla tescillenmiştir; her geçen gün vahşi yüzleri daha da belirginleşmektedir.
Kanı kan ile temizlemeye çalışan şiddet meftunları; her türlüsüyle tedhişçi yapılanmalar, bilmiş olsunlar ki, pislik pislikle giderilmez, kötülük kötülükle savulmaz. Makul ve olması gereken, pisliği temizlikle, kötülüğü iyilikle savmaktır. İzan, insaf ve aklıselim sahibi olan her insan, şiddet ve hiddetin ayyuka çıktığı bu zaman ve zeminde, aynıyla mukabele yöntemini kullanmaz. Özellikle güven, barış, adalet ve merhametin bir diğer adı olan İslamiyet’e mensup bu coğrafya insanının herkesten ve kesimden daha çok şiddete ve şiddetçilere “dur” demeleri gerektir.
Bir insanın ölümü karşılığında bütün dünya bile bir anlam ifade etmez; dünyanın yaratılmasındaki hikmet insanın kendisidir. İnsanın olmadığı bir dünya, okuyucusu olmayan bir kitaptır. Dünya ve evren kitabını okuyan, anlayan ve ders veren insandır. İnsanlar yaşatıldıkça dünya mamurdur, aksi, viraneye dönmüş ya da sakinlerini kaybetmiş ıssız bir evdir. Dünya bir bedense, insan onun ruhu ve hayatıdır. Dünyayı yaratıp insanı misafir kılan Allah, “Bir masumun öldürülmesi, bütün bir insanlığın öldürülmesi, bir insanı diriltilmesi ise, bütün bir insanlığı diriltilmesi gibidir.”(Maide, 32) demektedir. Demek, canlara kıymak yerine, onlara can olmak, yaşam sunmak gerekiyor. Can vermek yerine “cinayet”i tercih edenler, insanı da, dünyayı da ateşe veren kundakçılardır. Yıkmak ve öldürmek kolay, yapmak ve yaşatmak zordur. Ne mutlu yaşatanlara...
İslâm’ı dünyanın sigortası, insanlığın kıvam vesilesi bilenler, şiddetten ve tedhişçilerden nefret ve lanetle uzaklaşmalıdırlar. Çünkü şiddet, bir zehirdir. Bu zehri serpenlerin amacı, İslâm’ı da, Müslümanı da bitirmektir. Müslüman bir coğrafyada, Müslüman evlatlarının eliyle sahneye konulan bu şiddet ve kaosun amacı; bizi, dinimizi ve coğrafyamızı “güvenilir” olmaktan çıkartmak, dine ve dindaralar olan teveccühü yok etmektir. Yani kendi senaryoları olan İslamofobi tezini ete-kemiğe büründürmek. Bu bir iddia değil, yaşanılanların kendisidir.
İslam coğrafyasında, İslâm’ı dışlayarak adalet, özgürlük ve refahı sağlayacaklarını düşünenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. İslâm’ın tebliğ, teklif ve telkin gibi esasları yerine, cebir, tehdit ve tasfiye gibi “batıl” yöntemleri tercih edenler, coğrafyamızın anarşistleridirler. Farklı düşünce ve yaşam pratiklerini yok ederek tek tipçi ve totaliter düzenlerini dayatanlar, halk adamı ve fedaisi değil, halkın da halkların da düşmanıdırlar. Sevmek yerine kin ve nefreti, kabul yerine ret ve inkârı, paylaşmak yerine bencillik ve egosantrizmi, birlikte yaşam yerine dışlama ve ötekileştirmeyi tercih edenler, insanımızın da, coğrafyamızın da düşmanıdırlar. Bu felsefeyle inşa edilen bir düzen, hem düzenbazları, hem de düzen mahkûmlarını zehirler, maddi-manevi hayatlarına kasteder. Manzara ortada...
Bir kaç söz de “devletçilik”e gitsin:
Devlet ve toprağa tapan kullar yerine, devlet ve toprağı insanın, insanlığın hizmetine sunan erdemli insanlara ihtiyaç vardır. Devlet tapınağında, devletçilik ideolojisine yüzbinlerin kanını adayan lanetlik anlayış ve uygulamalar, artık gına getirdi. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü ağzından düşürmeyenler, neyi, ne adına, kimler hesabına yaşatma çabasında olduklarını iyi görmelidirler. Binlerce, yüzbinlerce insanın kan ve bedenleri üzerinden yükseltilen devlet piramidi, çağdaş bir puttur; putlaştırılmış bir tapınaktır. Bu tapınak, kurban almak yerine kurban edilmeye layıktır. İnsanına mal, can ve namus emniyeti sunmayan bir devlet, fesat ve anarşinin yuvasıdır; anarşist yetiştirir. “Araç” konumundan “amaç” seviyesine yüceltilen devlet anlayışı, düşünsel ve itikadî bir saplantıdır; sosyal ve siyasal şirkin diğer adıdır. Devlet ve devletçiliği “itikat” haline getirenlerin “ibadet”i ise, “menfaat”tir.
Hâsılı: Şiddetin meyvesi şiddettir; şiddetle hareket eden, şiddete davetiye çıkartır. Şiddet sarmalında sorunlar çözülmez, giriftleşir. Şiddet, fıtrata zıttır; vicdanı, izanı ve aklıselimi yok eder. Şiddetin gözü kör, hedefi belirsizdir. Körlerin kavgası da körcedir; kime, nereye, nasıl vuracağını kestirmez. Körle yatanlar şaşı kalkarlar; şiddetin körleştirdiği kimselere meyledenler, sıhhatli ve istikametli karar veremezler; suçun ortağı olurlar. Dünya-âlem bilim ve teknolojide göz kamaştırırken, şiddet meftunlarının zaferi namlularda, hayatı kanda araması, tam bir garabet, ilkel bir vahşet örneğidir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.