BU DÜNYADAN BİR ABDÜLMELİK FIRAT GEÇTİ
Bayram Bozyel
28 Eylül 2019 Cumartesi 09:19
Gidişinin üzerinden on yıl geçti. Abdülmelik Fırat 29 Eylül 2009 yılında aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göç etti.
Abdülmelik Fırat bu dünyada iz bıraktı. O’nun yaşamı, Şeyh Sait ailesinin mücadele serüveninin kısa bir özeti gibidir.
Henüz iki yaşındayken sürgünle tanışıyor. Abdülmelik Fırat, TBMM’de çıkarılan Mecburi İskân Kanunu sonucu 1935 yılında bütün ailesiyle Edirne’nin Vize ilçesine sürülüyor. Bu ailenin ikinci sürgün hikayesidir. Birincisi 1925 Hareketi’nden hemen sonra başlayıp 1929’da son bulmuştu. Sürgünde Şeyh Sait ailesinin maruz kaldığı uygulamalar her türlü hukuki ve insani ölçülerin dışındadır. Ama her şeye rağmen yaşama iradesi galebe gelir. Sürgünlerin ulusal ve dini inancı, onlara, her türlü güçlüğü aşmak için ihtiyaç duydukları gücü verir. Fırat’ın ilk kişiliği, sürgün edildikleri Sergene köyündeki tek gözlü evde şekillenir. Sürgün okula dönüşmüştür. Amcası Ali Rıza Efendi bu tek gözlü evde bir yandan halkının tarihini anlatır, diğer yandan verdiği dil, din ve felsefe dersleri ile yeni dimağları eğitir.
1947 yılında çıkan bir kanunla Abdülmelik Fırat ve ailesine yurtlarına dönüş yolu açılmıştır. Orta ve lise diplomalarını dışarıdan alan Abdülmelik Fırat, 1957 yılında yapılan seçimde henüz 25 yaşındayken Demokrat Parti’den parlamentoya milletvekili olarak seçilir. O zaman seçilme yaşı 30 olduğu için, yaşını 7 yıl büyütmek zorunda kalır.
Ve 1961 askeri darbesi. İktidardaki diğer DP’liler gibi o da Yassıada’ya götürülerek yargılanır. Önce idam istemi istenir, ardından 5 yıl hapis cezası verilen Fırat bu cezasını Yassıda ve Kayseri Cezaevi’nde çektikten sonra normal yaşama geri döner.
1991 yılında yapılan seçimde Doğru Yol Partisi’nden ikinci kez parlamentoya seçilen Abdülmelik Fırat, 1994 yılında bu partiden istifa ettikten sonra siyasi yaşamına Kürt cenahında devam etti.
Yaşamının finali
Abdülmelik Fırat ismini daha önce duyduğum halde onunla tanışmam ancak 1999 yılında HAK-PAR’ın kuruluşu sırasında mümkün oldu. Ancak Fırat’ı tanıdığımda ona musallat olan illet bir hayli ilerlemişti.
HAK-PAR’ın kuruluşunda o tutkal görevi gördü, çünkü içimizde HAK-PAR’ın kurucu genel başkanlığını tartışmasız yapabilecek tek kişi oydu. Bu açıdan onun varlığı bizim için bir şans oldu. O olmasaydı belki de onca Kürt kadrosunu HAK-PAR gibi bir parti çatısı altında bir araya getirmek çok zor olurdu.
Ne var ki sağlığı onun görevini hakkıyla yerine getirmesini engelledi. Öyle ki gördüğü tedavi nedeniyle HAK-PAR’ın ilk kongresi onsuz yapıldı. Buna rağmen Birinci Olağan Kongre’de yeniden Genel Başkan seçildi. Genel Başkanlığının ikinci döneminde de zamanının çoğu tedavi seanslarıyla geçti. 2006 yılında yapılan ikinci kongrede hastalığının iyice ilerlemesi üzerine Genel Başkanlık görevinden ayrıldı. Buna karşın Kongre delegesi oy birliği ile onu Onursal Genel Başkan olarak seçti.
Böylece HAK-PAR süreci Abdülmelik Fırat’ın siyasi yaşamının finali oldu.
Hastalığı gün geçtikçe onu bitap düşürüyordu. Ancak onunla iletişimimiz hiç kesilmedi.
Arada bir sitem ettiği bir konu vardı Fırat’ın. Randevu istediği halde dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan onunla görüşmekten ısrarla kaçınıyordu. Çünkü o hem Şeyh Said gibi Kürt hareketinin öncü ailelerinden birine aitti; devlet nezdinde duruma göre “irticacı”, kimi zaman da “bölücü”ydü. Dahası ömrünün sonunda gelip bir Kürt partisinin genel başkanı olmuştu. Bütün bu nedenlerle devleti yönetenler onunla görüşmekten öcüden kaçar gibi kaçıyor, onunla aralarına itinayla bir mesafe koyuyorlardı.
Hayatın cilvesi
29 Temmuz 2009 tarihinde dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay Türkiye’de Açılım adında bir süreç başlattığını ilan etti. Bunun üzerine Kürt sorunuyla ilgili yoğun bir tartışma ve görüşme trafiği başladı. Biz HAK-PAR olarak hükümetin bu adımını olumlu bulduk ve daha ileri götürülmesi için Kürt partileriyle görüşme trafiğini başlattık.
Bu arada Abdülmelik Fırat Ankara Güven Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Durumu oldukça ağırlaşmıştı. Ben ise bulunduğum Diyarbakır’da onu ziyaret etmek üzere bir sonraki gün (29.09.2009) Ankara’ya gitmek için son hazırlıklarımı yapıyordum. 28 Eylül günü tıraş olmak için gittiğim berber dükkânında telefonum çaldı. Telefonun öbür ucunda İçişleri Bakanı Beşir Atalay konuşuyordu. Atalay kısa bir hal hatırdan sonra yeni süreci konuşmak üzere ben ve Abdülmelik Fırat ile görüşmek istediğini söyledi.
Bu durumu hemen Ankara’daki arkadaşlarla görüştüm ve bakanın görüşme talebinin Sayın Fırat’a iletilmesini istedim. Arkadaşlar hemen gidip bakanın ona görüşme talebini ilettiler. O ise hala yaşama umudunu koruyordu, arkadaşlara biraz toparlandıktan sonra bunun mümkün olduğunu söylemişti.
29 Eylül günü önceden planladığım gibi uçakla Ankara’ya gittim. Ankara havaalanından arkadaşlarla birlikte doğruca Güven Hastanesi’ne geçtik. Hastaneye gittiğimizde durumu iyice ağırlaşmıştı ve yoğun bakıma alınmıştı. Durumunun ciddi olduğu açıktı.
O gün akşama doğru onu kaybetmiştik.
Vefatından önce ölümü halinde mecliste kendisi için tören yapılmasını istemediğini söylemişti. Aynı gün başsağlığı için Güven Hastanesine uğrayan dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan mecliste cenaze töreni yapma teklifi geldiği halde, vasiyetine uyarak bu teklifi reddettik.
O daha fazlasına layıktı.
01 Ekim’de Hınıs’ın Kolhisar köyünde mahşeri bir kalabalık eşliğinde onu atalarının mezarlığında defnettik.
Cesaret, tevazu
Abdülmelik Fırat oldukça birikimli ve o kadar da mütevazı bir insandı. Yaşama ilişkin müthiş bir enerji taşıyor, yüzünden gülümsemeyi hiç eksik etmiyordu. Tam bir insan sarrafıydı. Kimin kaç ayarda olduğunu tespit etmekte onun üstüne yoktu. İnsanların zaaflarını, zayıf noktalarını, kişiliklerini tespit etmek bakımından güçlü sezilere sahipti. Çocukluğundan itibaren yaşadığı inişli çıkışlı badireler onun kişiliğini imbikten geçercesine süzmüş ve fazladan olgunlaştırmıştı. Sert ve zorlu yaşam serüveni ona herkeste bulunmayan refleksler kazandırmıştı.
Abdülmelik Fırat başka az insanda bulunabilecek bir cesarete sahipti. Ölüme ilişkin en ufak bir korku yoktu onda. O “ölümün kalkanının ecel olduğuna” inanıyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra götürüldüğü Harp Okulu’nda kurşuna dizilmekten son anda kurtulduğunda bu ilkeye inancı daha da artmıştı. Bu nedenle içinden geçen her şeyi hiç tereddütsüz dile getirmekte ve dobraca davranmakta sınır tanımıyordu. Siyasetin rutin protokol kurallarına aldırmıyor ve bu nedenle kimi kez yadırgandığı da oluyordu. Sert ve dobra tutumundan dolayı bazı kurum ve şahsiyetler onunla yan yana ve aynı platformlarda bir araya gelmekten çekiniyorlardı.
Abdülmelik Fırat, ince ve sivri bir zekâya sahipti. Kavram ve kelimelerle oynayıp onlardan yenilerini çıkartmakta ustalaşmıştı. Eleştirel yaklaşımı ve espritüel tutumuyla her değerlendirme ve yorumuna farklı bir renk katardı.
Enerji ve sevgi dolu bir insandı Fırat. Bulunduğu ortamlarda etrafına enerji yayar, akıcı sohbetleri ve anekdotlarıyla saatlerce kendisini insanlara dinletirdi. Kararlı ve ödünsüz duruşu sayesinde saygınlığını herkese kabul ettirmişti. Onu sevmeyenler bile sırası geldiğinde ona saygıda kusur etmezdi.
Ben dâhil, çoğu arkadaşımız daha önce onu dindar ve muhafazakâr bir insan olarak biliyorduk. Oysa o normal ibadetin gereklerini yerine getirmek dışında dini anlamda hiçbir taassuba sahip değildi. Aksine, kendine demokratım diyen birçok insandan daha çok demokrat bir kişiliğe sahipti. Dine ilişkin demokrat ve özgürlükçü bir yaklaşımı vardı. Yakın arkadaşlarıyla ortaklaşmak, onların görüşlerine önem vermek bakımından benim bildiğim birçok insandan daha demokrat ve kolektif bir anlayışa sahipti.
Şurası çok açık ki Abdülmelik Fırat, yaşamı boyunca Şeyh Sait ailesinin mücadele geleneğini en üst düzeyde temsil etti. O, ailenin yüzyıllara dayanan bilgi, birikim ve değerlerinin sözcülüğünü yaptı. Ölümüyle Abdülmelik Fırat bu alanda büyük bir boşluk bıraktı. Onun bıraktığı o boşluğun doldurulması pek kolay olmayacak gibi.
Abdülmelik Fırat ile tanışmaktan ve birlikte çalışmaktan hem onur duydum hem de bu dostluğu kendim için bir zenginlik saydım.
Çünkü onunla birlikte çalışmanın sonucunda bazı yargılarım değişti.
Abdülmelik Fırat ile tanışmak bazı yargılarımı değiştirdi
Yurtsever düşüncelerle tanıştığımdan bu yana Şeyh Sait’i bir Kürt isyanının lideri olarak bildim. Ona ilişkin hem Kürt siyaset literatüründe hem de yaşadığım bölgede çok şey duyup öğrendim. Cumhuriyetin daha kuruluş döneminde Kürt halkına reva görülen mezalime itiraz etmiş ve bunun bedelini darağacına giderek ödemişti. Bu soylu kişiliğinden dolayı Şeyh Sait, benim için gelmiş geçmiş en büyük kahramandı ve hep öyle de kalacaktı.
Ancak Şeyh Sait’in kişiliğine ne kadar çok saygı duyuyorsam, şeyhlik kurumuna ve şeyhlerin (istisnasız) tümüne karşı da olumsuz yargılar taşıyor ve araya belli bir mesafe koyuyordum.
Nasıl koymayayım ki? Çocukluktan gençliğe ayak bastığım dönemde ilk okuduğum kitap M. Emin Bozarslan’ın Doğuda Şeyhlik ve Ağalık kitabıydı. Kitapta, şeyhlik ve ağalık kurumu birçok açıdan irdelenip sıkı bir eleştiriye tabi tutuluyordu. Daha sonra okuduğumuz sol orijinli kaynakların çoğunda, şeyhliği, sömürgeci sistemin işbirlikçisi bir kurum olarak öğrenmiş, onları mücadelenin önündeki hedeflerden birisi olarak nitelendirmiştik. 1960’lı yıllarda yeniden boy veren Kürt hareketi, ‘kahrolsun şeyhlik ve ağalık’ sloganlarıyla meydanlara çıkmıştı.
Devlet, Dersim İsyanını kanlı bir şekilde bastırdıktan sonra Kürdistan işgalini başarıyla sonuçlandırdı ve Kürt halkına bir bütün olarak boyun eğdirdi. Devletin teslim aldıkları içinde daha önce Kürt ulusal hareketine önderlik eden şeyh ve ağa aileleri de vardı. Devlet, Kürdistan’daki sömürgeci ilişkileri ayakta tutmak ve sürdürmek için, toplum içinde saygınlığı ve toplumsal desteği olan aile ve şahsiyetlerle ilişkiye geçmiş ve onları kendi amaçları için kullanma yoluna gitmişti. Çok partili sisteme geçildikten sonra CHP, DP ve sonraki türevleri, Kürtlerden oy almak için tanınmış şeyh ve aşiretlerin ileri gelenlerini kendi listelerinde parlamentoya taşımışlardı. Devlet adına düzen partilerinin Kürdistan’da sözü edilen ilişkileri zamanla kurumlaşmış ve bazı Kürt şahsiyetleri bakımından bu bir çıkar ilişkisine dönüşmüştü. Gerçekten de bazıları kimliklerini, geçmişlerini inkâr edecek kadar sistemle bütünleşeceklerdi.
Ama bütün bu olumsuz gelişmeler, bazı ailelerin ve özel olarak da Şeyh Sait ailesinin geçmişten günümüze kadar Kürt hareketinde oynadığı rolün önemini ortadan kaldırmıyordu.
Bu gerçeği Abdülmelik Fırat ile tanışıp onunla uzun bir süre çalıştıktan sonra daha iyi öğrendim.
Şeyh Sait ailesi, Kürt kültürünün, dilinin ve ulusal bilincinin geçmişten bugüne taşınmasında katalizör rolü oynamış bir ailedir. Şeyh Said’in temsilcisi olduğu Nakşibendi Tarikatı, Kürt toplumunda sosyal ve siyasal bir örgüt işlevini yerine getirdi, Kürt kültürünün yaşatılmasında önemli bir rol oynadı. Kürt toplumunun gerekli toplumsal ve siyasal örgütlenmelerden yoksun bulunduğu ve parçalandığı yüzyıllar boyunca, dini tarikatlar ve şeyhlikler bu boşluğu doldurdu. Kürt toplumunun ayakta kalmasını ve varlığını sürdürmesini sağlayan bir lokomotif gibi çalıştı. Şeyh Sait ailesinin çevresindeki medreseler birer ilim ve irfan merkezlerine dönüştü. Bu medreseler sayesinde Kürt halkının bin yıllar öncesine uzanan ulusal kültürü, dili, gelenekleri ve var olma bilinci korunup günümüze taşındı.
Şeyh Sait ailesinin 1925 isyanında oynadığı rol ve bu isyanda 100’den fazla şehit vermesi bile tek başına büyük bir saygıyı hak ediyor. İsyanın bastırılmasından sonra bu ailenin yaşadığı baskı, zulüm ve trajediler bütün Kürtler adına verilen bir diyet olarak kabul edilmeli.
Bu nedenle, Abdülmelik Fırat’ın mezarının başında dediğim gibi, Kürt halkı, onun adına bunca çile çekip bedel ödeyen Şeyh Sait ailesine teşekkür borçludur.
Abdülmelik Fırat, son yıllarında kendisiyle yapılan söyleşilerin kitaplaştırıldığı “Mezopotamya Sürgünü”nde “Son Mesaj” olarak şunları söyleyecekti.
“Son mesaj
“Darağaçları, kurşuna dizme ve süngülemeler, 10 yıl boyunca tekrarlanan üç sürgün ve talan olayı yaşayan bir aileden geliyorum. İki yaşımdan itibaren 13 yıl sene sürgünde kamp hayatı yaşadım. 1960 askeri darbesinde Erzurum milletvekili olarak idamla yargılandım; bir buçuk sene Yassıada zindanı, bir buçuk sene Kayseri Hapishanesi’nde mahkûm olarak yattım. 1971 Muhtırasında gözetim altına alındım. 1980 askeri darbesinde tutuklanarak Erzurum’da bir binanın bodrum katında 19 gün kaldım. Bana Hepatit-B mikrobunu zikrettiler. İki seneye yakın yataktan kalkamadım. 1996’da tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevine konuldum.
“Şimdi 70’inden 80’ine merdiven dayamış bir delikanlı olarak, 18 yaşındaki bir delikanlının zihni ve kalbi heyecanını yaşıyorum. Fakat fiziki bakımdan hücrelerim bana gereken yardımı yapmıyorlar…
“Biz çocukluk ve delikanlılık yılları dahil, zalimlerin diri tanrılarından korkmadık. Şimdi ise bu yaştan sonra onların karikatür ve cücelerinden mi korkacağız? Torunlarım darda, onlar da olmasa dost kervanına ulaşmanın hasretindeyim”.
Onu sevgi ve saygıyla anıyoruz.
1.Türbülans, Değişim Sınavında Kürtler ve Türkler; Bayram Bozyel İletişim Yayınları
2. Mezopotamya Sürgünü, Abdulmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü; Ferzende Kaya Anka Yayınları
Bu makale yazarın görüşlerini yansıtır. İlke Haber’in yayın politikası ve editoryal bakış açısı ile her zaman uyumlu olmak zorunda değildir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.