21 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır12°C
  • Ankara16°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

BİZİMKİLERİN AHMED ABÊSİ

Roşan Lezgîn

23 Aralık 2018 Pazar 18:18

Geçen Pazar günü (16.12.2018), Sakarya’nın Hendek ilçesi, Yenimahalle, Beştepeler Caddesi’nde, 43 yaşındaki Kadir Sakçı ile 16 yaşındaki oğlu, bir kahvenin önünden geçerken, önleri kesilmiş. Sormuşlar “Kürt müsünüz, Suriyeli mi?” diye. “Evet, Kürdüz” demişler. Şahıs, “Zaten sizi sevmiyorum” diyerek, belindeki tabancayı çıkarıp ateş etmiş; baba ölmüş, oğul ağır yaralı. Daha sonra Bursa’da yakalanan saldırgan, “Sarhoştum, hatırlamıyorum” diye ifade vermiş.

Saldırgan, baba oğulun aralarında konuştukları dilin Türkçe olmadığının ayırdına varabiliyor. Konuşulan dilin Kürtçe veya Arapça olabileceğini tahmin edebiliyor. Kim olduklarını öğrenmek için “Kürt müsünüz, Suriyeli mi?” diye son derece aklı başında bir soru sorabiliyor. Kürt olduklarını öğrendikten sonra, belindeki silahına davranırken aynı zamanda “Zaten sizi sevmiyorum” şeklinde duygularını net bir şekilde ifade edebiliyor, hedef gözeterek ateş edebiliyor. Olay yerinden uzaklaşabiliyor, izini kaybettirmek için Bursa’ya kadar gidebiliyor…

Bütün bunlar, “sarhoş” kafa ile yapılmış ve daha sonra “hatırlanmayacak” davranışlar mıdır? Peki, bireysel bir davranış mıdır?

Türkiye’de, öteden beri var olan, sürekli geliştirilen, aslında “milli politika” olarak şekillendirilen, her türlü yöntem ve ortam kullanılarak uygulanan, sürekli beslenen, kültür olarak hep canlı tutularak aktarılan, Kürdlüğe yönelik toplumdaki ortalama duygudur bu. Tekrar vurguluyorum, “Kürdlük”e yönelik. Öteden beri, “Kürdlük” yani “Kürd olma durumu”, işte Kürdçe konuşma, Kürdçe yaşama, tıpkı baba ve oğulun öldürülmesi (oğulun yaralı kurtulmuş olması yaşamına kasdedilmediği anlamına gelmez) gibi, yok edilmesi gereken olgular olarak, geniş halk kitlesinde bir kültür olarak yer edinmiştir. Duygu ve düşünceye işlemiştir. Büyük çoğunluğu basına yansımıyor, basında yer alanlara bile bakılsa, örneğin, son on yıldaki haberlere bakılsa, olgunun boyutları açık bir şekilde görülür. Görülmek istenilirse elbette.

Kürdçe üzerinde, Kürdçe yayıncılık ve Kürt edebiyatı, işte Kürt müziği üzerinde öteden beri uygulanan cezai müeyyideler gevşetilmiş olabilir, hatta TRT’nin Kürdçe yayını, İlköğretimdeki göstermelik seçmeli ders, kimi üniversitelerde ‘öylesine’ açılan ve ileriye dönük önü kapalı tutulan Kürdçe (Kurmancî Zazakî) bölümlerin varlığı da bir şey değiştirmiş değildir. Hatta bunların varlığı, kültür olarak yerleşmiş olan anti-Kürdlük duygularını kabartmış olması, beter kızdırmış olması bile çok muhtemeldir.

1984 yılının Kasım ayında askere gittim, 1986 Mayısında teskere aldım. Kıbrıs’da askerdim. Talimde, eğitimde, sporda ortalamanın üstünde bir askerdim; bana verilen görevleri ciddiyetle yerine getirir, lakaytlık türü davranışlardan uzak dururdum. Temiz tutardım kendimi, laf getirmezdim yüzüme. Bundan dolayı, subay ve assubaylarla bir sorunum olmadı. Daha sonraları, Diyarbakır’a gelenler, beni ziyaret ettiler. O dönemler, dayak kültürü bayağı yaygın olduğu halde, subay ve assubaylardan hiç dayak yemedim diyebilirim. 150 kişillik bölüğümüzde 30 kadar Kürt asker vardık. İşte Bitlisli, Diyarbakırlı, Karslı, Konyalı, Muşlu, Siirtli, Vanlı vs. yerlerden olanlardı. Subaylar, bütün er ve erbaşlar, Kürd olduğumuzu biliyordu. Yazılı veya sözlü bir şekilde, örneğin talimat olarak, bizlere “Kürdüz diyemezsiniz” veya “Kürtçe konuşamazsınız” şeklinde bir uyarı yapılmamıştı elbette ama “Kürdüz” demenin, Kürdçe konuşmanın çok tehlikeli olduğunu henüz sivil yaşamdan biliyorduk. Dolayısıyla Kürtçe konuşmazdık hiç.

Ama ben, kimi hemşehrilerimle, bazen gizli olarak Kürdçe konuşurdum. Bilinçli bir davranış değildi benimkisi o zamanlar, hasret gidermek için konuşurdum. Çünkü sevdiklerim kadar, memleketim kadar, Kürdçe konuşmayı da özlüyordum. Hatta çok özlüyordum Kürdçe konuşmayı. Netice, anadilimdir Kürdçe, tinsel varlığım.

İkinci alt devremiz olarak Diyarbakır Hani ilçesi köylerinden bir asker gelmişti. Namazını, orucunu aksatmayan efendi, naif bir çocuktu. Traş olduğumuz, elimizi yüzümüzü, ayaklarımızı yıkadığımız yer, beş altı musluklu yalak gibi şeydi. Geç vakitte nöbetten dönerken, bu arkadaşa orada abdest alırken rastladım. Eğilip musluktan su içerken, aynı zamanda Kürdçe (Zazakî) “Allah kabul etsin, çok iyi birine beziyorsun, hoş gelmişsin…” gibi bir şeyler söylemeye çalışırken, kafama üstüste yumruklar yedim. Eğilmiştim. Su içiyordum. Böyle bir haldeyken, yumruk yedim. Arka arkaya, seri yumruklar. “Kürdçe konuşma! Kürdçe konuşma!” diyen sesini de duydum. Bizim üst devre çavuştu beni yumruklayan.

Daha İlkokuldan başlayarak bu yaşıma dek, başımdan geçen veya bizzat şahit olduğum onlarca buna benzer olay vardır. Şu an kanunlarda Kürdçe serbest olsa da, “Kürd karşıtlığı”, “Kürdçe karşıtlığı/düşmanlığı” öteden beri varolan yerleşmiş bir kültürdür. Sürekli geliştirilmektedir, bilinçaltlarına yerleştirilmektedir. İşte, politik konuşmalarda, basında, dizi filmlerde, televizyon programlarında, ders kitaplarında, hutbelerde, edebiyatta, müzikte… akla gelebilecek her yerde. 

İşte bu yerleşmiş kültürün tezahürü olarak, bir çok acı olay yaşandığı halde, çok azı, o da sıradan bir haber olarak duyuluyor. Belki başı boruya sıkışan bir kedi yada çöp konteynırında kalan bir köpek haberinden bile değersiz geçiyordur kimi basın organlarında. Kimisinde üstü örtülü olarak “Filanca yerde tehlikeli gerginlik” şeklinde geçiyor. Sorunun aslı kültür olduğu halde, kimse bu boyutunu konuşmaz, tartışmaz. Ne bizde, ne onlarda gündem bile olmaz. Bir olay olarak duyulur ve geçilir.

* * *

Ahmet Telli, şiir kitapları yayınlanmış “sol” görüşlü Çankırılı bir Türk. Geçenlerde, Hacettepe Üniversitesi’nde “Cumhuriyet Döneminde Edebiyat” başlıklı bir konuşma yaparken, bir grup “sağ” görüşlü genç konuşmasını engellemek istemiş veya niyet etmiş. Fiili bir durum yok. Bir idarecinin uyarısı üzerine, Ahmet Telli, kesmiş konuşmasını. Yarım kalmış konuşması.

Daha sonra, basına verdiği açıklamada “Aralarından geçtim” diyor Ahmet Telli, “arkamdan slogan attılar” diye devam etmiş. Bu kadar. Ama bizim Türkçe yazan entelektüel Kürtlerimiz, “Ahmed abê”lerini Türklerden daha fazla okuduklarından, sevip saydıklarından, buna çok üzülmüşler. Çünkü hemen gündem oldu bizde.

Diyarbakır Belediyesi, 2000li yıllardan bu yana düzenlediği Festivallere sık sık Ahmet Telli’yi davet ederdi, vip muamele, çok sıcak ilgi gösterirdi. En son 7 Nisan 2015 tarihinde Ahmet Telli’yi Diyarbakır’da gördüm. İlitişim Yayınları sahibi Tuğrul Paşaoğlu ve Cumhuriyet gazetesi avukatlarından Tora Pekin ile birlikte, karşılaştıkları ifade özgürlüğü üzerindeki baskıları, bundan kaynaklı deneyimlerini, mağduriyetlerini anlattılar bize.

Diyarbakır’da yaşan birçok yazar, şair ve yayıncıyı dinleyici olarak davet etmişlerdi. Şahsen bu tür davetleri, konferans ve panelleri sevmem, ama nedense o gün ben de gittim. Aslında şunun için gitmiştim. Daha sonra İsmail Beşikçi Vakfı tarafından yayınlanan “Sorgu” kitabımın dosyasını yayın öncesi okuması için Kemal Varol hocaya vermiştim. Kemal hoca da, İletişim Yayınlarını tanıdığını, onların yayınlamasını istedi benden. Hatta böyle bir projelerinin olduğunu da söyledi. “Peki” dedim. Kemal hoca, dosyayı onlara göndermiş. Okuduktan sonra Kemal hocaya tam olarak şöyle bir cevap vermişler:

Kitap ilginç şüphesiz, ama yayın kurulunun genel eğilimi: ‘Bu kitabı ilgiyle alır okuruz ama yayımlamayı tercih etmeyiz’. Millliyetçi damarı fazla kalın geldi bize.

Mesajın orijinali bende duruyor. İşte, söyleşiden sonra, neyin kendilerine “kalın” geldiğini, “kimin nasıl milliyetçilik yaptığını” yüzyüze konuşmak için gitmiştim aslında.

6703-064.jpg

O gün orada olan, Kürtçe yazan veya Türkçe yazan, arkadaşların adını tek tek sayabilirim. Ahmet Telli konuşmasında, şiirlerinden dolayı nasıl kovuşturmalara uğradığını anlattı bize. İşte, filanca şiirinde, şu ve şu sözcükler geçtiğinden dolayı emniyete çağrıldığını, “bu sözcüklere şunu mu kastediyorsun?” diye sorgulandığını uzun uzun anlattı bize. Bundan dolayı ne kadar mağduriyetler yaşamış olduğunu da anlattı elbette. Emniyete çağrılmak, sorgulanmak mağduriyettir tabi...

Bizimkiler de “vaybe, neler neler çekmiş bizim Ahmed abê” diye, üzgün halde dinlediler onu. Soru ve değerlendirme bölümünde bu minval üzere duygularını ifade edenler de oldu bizimkilerden…

Konuşmak için ben de elimi kaldırdım. Ayağa kalktım. Bir anımı anlattım:

İstanbul’da, mühendis bir Kürt arkadaşım, Türklerin, Kürtlere yaşatılanlar konusunda yeterince bilgi sahibi olmadığını düşünmüş, fırsat buldukça Türk arkadaşlarına Kürtlere yapılanları anlatırmış. Yeni yeni samimi olmaya başladığı, kendisi gibi mühendis olan Türk bir arkadaşı ile bir gün kahve içerlerken karşılıklı sohbet ediyorlar. Bizim arkadaş, Kürtlerin varlığının, kimliğinin, kültürünün, dilinin, giyim kuşamlarının bile yasaklandığını, hor görüldüğünü, aşağılandığını, Kürt köylerinin, şehir ve kasabalarının yakılıp yıkıldığını, işkencelerin, öldürmelerin sürekli devam ettiğini anlatmış. Onu dinleyen Türk mühendis, bizim Kürd mühendise şöyle cevap vermiş: “Sadece siz çekmediniz abi ya, biz de buralarda çok çektik. Çocukken evimiz Bursa’daydı. İnanır mısın, o zamanlar Bursa’da doğru dürüst bir mağaza yoktu. İyi bir kıyafet almak için bayram öncesinde vapura biner ta İstanbul’a gelirdik. Yahudilerin, Rumların mağazalarından alışveriş yapardık. Paramız onlara giderdi. Üzme kendini abi ya, düzelecek, her şey düzelecek” demiş.

Ahmet Telli, Tuğrul Paşaoğlu ve Tora Pekin’e bakarak anlattım bunları. Bizim Diyarbakır’da yaşayan, Kürtçe yazan, Türkçe yazan arkadaşlar da dinliyordu, hepsi şu an hayattalar. Devam ettim: “Yahu” dedim, “bizim varlığımız, kimliğimiz, kültürümüz, dilimiz, konuşmamız, yaşam hakkımız; her şeyimizle yok ediliyoruz. Yüz yıldır bu böyle… Ama siz, kalkmış İstanbul’dan buraya gelmişsiniz, Diyarbakır’da, gözümüzün içine baka baka, işte filanca şiirimde şu kelime geçmiş de, sıkıyönetim beni çağırmış da, bu sözcükle paşayı mı kasttetin demiş de, böylece ne kadar mağdur edildiğini anlatıyorsun! Bize Cumhuriyet gazetesi üzerindeki baskıları anlatıyorsunuz. Bize anlatıyorsunuz bunları!...” dedim.

* * *

Şimdi ne diyeyim ben, ne yazayım? Gördüğüm şu: ne onlarda ne bizde, değişen bir şey yok!

Baba ve oğul; çocuk, henüz onaltısında… Kürtçe konuştukları için, cadde ortasında katledildiler.

“Sarhoştum. Hatırlamıyorum” diye ifade vermiş adam. E sarhoşa ceza verilir mi? Verilmez. Sarhoş işte, n'olacak!

Kürdçe konuşmayaydı adam! Madem konuştu...!  

İşte “asimile olduk” diyerek Kürtçeden kurtulmuş, rahatlamış, katledilme riskinden kurtulmuş olanlarımızda gündem tabiiki Ahmed abê olacak! Şiirlerinden dizeler eşliğinde “Ahmet Telli’ye yapılan linç girişimini kınıyorum!” diye haykıracaklar elbette.

Homayî belayê ma dayo, xebera ma ci ra çin a!


Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.