BİZ’E GÜVENİP DE KAVGA EDİYORSANIZ...
Hidayet Şefkatli Tuksal
15 Kasım 2012 Perşembe 06:18
Sivil toplum dünyasıyla tanıştığımdan beri, ömrümün pek çok saati “hak arama” mücadeleleri içinde koşuşturmakla geçmiştir. Bu koşuşturmalar içinde, kendi kişiliğimin şekillendiği iklimin dışında, başka dünya görüşlerine, hakikat anlayışlarına, tarih okumalarına sahip insanlarla karşılaşmak; onlarla doğal ya da sanal yollar dışında, yüz yüze can cana muhatap olmak, yeryüzündeki serüvenimde benim için büyük bir şans olmuştur. Her karşılaşma bir etki bırakmıştır bende ve dönüştürmüştür. Üzerimde bütün tanıdıklarımın, okuduklarımın hatta dost-düşman herkesin hakkı vardır hülasa... Ancak, bu koşuşturmalar sebebiyle, çocuklarımın aç kaldığı, annesiz kaldığı olmuştur. Büyük bir tutkuyla sevdiğim ilahiyat serüvenim yarım kalmıştır. Derin düşünme, kendimle baş başa kalma ihtiyacım ise ancak uykusuz geceler pahasına kısmen gerçekleşebilmiştir.
Bu hengâme içinde, eşim ve ailem ise hep en azla yetinmek durumunda kaldıkları hâlde, manen ve maddeten desteklerini sürdüren gizli kahramanlarımdır. Aslında bambaşka bir tarzda, diyelim ki mesela mezun olduğum, doktoramı yaptığım kendi fakültemin kütüphanesinde, akşama kadar akademik çalışmalarımla büyük bir mutluluk ve tatmin duygusuyla geçireceğim, aldığım yolu görüp hissedebileceğim, evime döndüğümde de eşimle, çocuklarımla ilgilenerek; aile büyüklerime evlatlık-gelinlik yaparak geçirebileceğim bir hayatı sürdürmek yerine, bu kadar yıldır uğraşıp didinmeden sonra, dönüp dolaşıp aynı noktaya geri geldiğimiz bir kısır döngünün Promete kaderli aktörleri durumunda olmak gerçekten çok acı veriyor. Bu kocaman ülkede herkese daha fazla özgürlük ve insan onuru nasip olsun diye, insanlar birbirini daha çok sevsin ve daha az düşman olsun diye, uçlar arasında mekik dokumaktan yorulmuş bedenlerimiz ve zihinlerimiz, şu geldiğimiz noktada yaşadığımız büyük hayal kırıklığını artık taşıyamaz durumda inanın.
Açlık grevinin bir insanın hayatına maliyetine hasbelkader şahit olmuşlardanım ki, iyileşmesi yılları bulsa da, Allah’ın bir lütfu olarak büyük ölçüde iyileşmiş bir vakadan bahsediyorum. Ama onu ilk gördüğümde, bir deri bir kemik cılız bedeni, yürüyemeyen ayakları ve hafıza kaybı sebebiyle bomboş bakan gözlerini hiç unutmuyorum. Annesini hatırlıyorum en çok, oğlu müdahale aşamasına geldiğinde örgütten daha hızlı davranarak oğlunu doktorlara teslim edebilmek için, sessiz bir panter gibi başında bekleyen ve gözlerini ondan hiç ayırmayan, uykusuz ve yorgun annesini... Şimdiki açlık grevlerinde de en çok anneler geliyor aklıma... Büyük bir işkence bu, en büyüklerinden... Bu yüzden gene koşuşturuyoruz çeşitli ekipler hâlinde... Kürt siyasetinin, meşru hak taleplerini kriz siyasetine dönüştürmesine, “Hayatı uğruna ölünecek kadar çok seviyoruz!” gibi absürd bir cümle üzerinden ölümcül eylemler yapmalarına şerh koyarak uğraşıyoruz. Kendilerini Türkiye milletvekili olarak görmelerini ve o sorumlulukla davranmalarını beklediğimiz BDP’lilerin Başbakan’ın restine restle karşılık vermeleri ve taleplerinin dozunu durmadan yükseltmelerini, kendi adıma “ölümcül bir kriz siyaseti” olarak gördüğümü burada bir kez daha belirtmek istiyorum. Başbakan’ın da sürekli ajite eden, Kürt siyasetini restleşmeye zorlayan üslubunu aynı şekilde “ölümcül bir kriz siyaseti” olarak okuyorum. Fillerin kavgasında nasıl olsa ezilecek olanlar ancak çimenler olunca, karşılıklı dayılanmalar o kadar zor olmuyor tabi... En ilkelinden, en ataerkilinden bir horoz dövüşü bu! Ama bugün bir arkadaşımın dediği gibi, annelerin çocuklarına sahip çıkması gerekiyor. Anneler çocuklarının bu filler kavgasında ezilmesine izin vermemeli, kaçırmalı çocuklarını bu kavga histerisinden... Anneler bu gösterinin bir parçası olmayı reddetmeli ve inisiyatif almalılar. Bu erkek siyasetine müdahil olmalı, eylem yapmalı, kendi aralarında dayanışmalılar. Yolları kesmeli, trafiği felç etmeli, alışveriş yapmamalı, bu anlamsız savaştan taraflardan birinin yanında yer alarak değil, bizzat savaşa kavgaya karşı çıkarak kurtarmalılar çocuklarını... Benim görebildiğim kadarıyla, çocuklarının kaderleri kendi ellerinde.
Açlık grevlerinin bitirilmesi için çeşitli imza kampanyaları ve etkinlikler düzenleniyor. Ancak bu kampanyaların bazılarında, sadece hükümeti muhatap ve hedef olarak alan bir yaklaşım sözkonusu. Bana da imza atmam için gönderdiklerinde, bu eleştirilerimi iletiyorum ve metinde değişiklik olmazsa imza atmıyorum. Neden Kürt siyasetine, PKK’ya, BDP’ye çağrıda bulunmuyorsunuz diye de soruyorum. Aldığım cevap, ama onlar hükümet değil, bizim muhatabımız hükümet olmalı diyorlar. Peki diyorum, hem açlık grevlerinde hem de saldırılarda Kürt siyasetinin rolünü görmezden gelen bir dil tutturup, her şeyi hükümetten beklemek ne kadar adil, ne kadar yapıcı? Genellikle bu soruya tatmin edici bir cevap alamayarak, ya çok şaşırıyorum, ya da öfkeleniyorum. Oysa bakıyorum yurtdışından gelen açıklamalarda, her iki tarafa da aynı şekilde çağrı yapılıyor, şiddet içeren yöntemleri terk edip diyaloga girmeleri tavsiye ediliyor. Bizimkiler neden tek tarafa yükleniyor, neden bu tutumun taraflardan birine angaje olmaya ve onları cesaretlendirmeye dönüştüğünü anlamazmış gibi davrandıklarını anlamıyorum doğrusu.
Son sözüm de iki tarafın siyasetçilerine olacak. Eğer, “nasıl olsa ayırırlar” diye bize (BİZ= STK’lar, inisiyatifler, gruplar, akademisyenler vb.) güvenerek kavga ediyorsanız, bu “BİZ” çok yoruldu, haberiniz olsun! Yakında kendi kendinize kalabilirsiniz...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.