23 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara12°C
  • İzmir18°C
  • Berlin1°C

BİZ VE SEVİLMEK

Ahmet Altan-

23 Şubat 2012 Perşembe 07:00

Her insanın, başkalarının bilmediği, görmediği gizli bir görüntüsü yansır kendi içine.

Bu görüntü, çırpıntılı bir suya vuran gölge gibidir, kendi içimize eğildiğimizde kendimizi her an aynı biçimde görmeyiz, sürekli kıpırdayan duygularla oynaşan o sudaki aksimiz bize bazen zaaflarımızı, bazen gücümüzü, bazen eksikliğimizi, bazen fazlalığımızı gösterir.

Sürekli değişen o çalkantılı gölgeyi alır, onu, herkese göstereceğimiz bir resim haline getirmeye uğraşırız.

İçimizdeki kıpırtılı gölgeyi dışarıya, aklımızın fırça darbeleriyle değiştirip kıpırtısız bir tablo olarak yansıtırız.

Sadece kendimizin gördüğü içimizdeki gölgeyle, dışarıya yansıttığımız, herkesin gördüğü resim arasındaki farklar, bizim sırrımızdır.

Bu sır, hepimizi kuşkulu, kırılgan, endişeli yapar.

Sürekli taşıdığımız bu kırılgan yaradan kurtulmak, dışarıya yansıttığımız resmin asıl kimliğimiz olduğuna hem kendimizi hem de başkalarını ikna etmek için uğraşmak, sanırım hayatımız boyunca hiç bitmeyen, tükenmeyen gizli ve tehlikeli maceramızdır.

Başkalarını inandırmak belki daha kolaydır.

Ama kendimizi inandırmak?

Asıl zor olan odur.

Gördüğümüz gölgenin beğenmediğimiz kırılmalarının gerçek olmadığına, beğendiğimiz her kımıltısının ise gerçek olduğuna inanmamız için başka birinin yardımına muhtacızdır.

Bizi sevecek, bizi içimizdeki yansımanın, görmek istediğimiz tabloya uygun olduğuna inandıracak birine ihtiyaç duyarız.

Beğenmeleri yetmez bizi ikna etmeleri, sevmeleri gerekir.

Kendi gerçeğini bilen, gören, hisseden ve bu gerçekten kurtulmak isteyen insanoğlunun tek tedavisi, başkasının kendisine duyacağı sevgidir.

Dünyadaki bütün insanlar arasından bir tanesini seçeriz, bizi, bizim çırpıntılı ve değişken bir gölge değil, iyi boyanmış, güzel ve çekici bir tablo olduğumuza inandırması için.

O insanı nasıl seçtiğimizi bilmiyorum.

Kimin “o insan” olması gerektiğine nasıl karar verdiğimiz, en azından benim için bir meçhul.

He zaman merakla baktığım ama asla çözemediğim bir bilmece gibi durur bu soru önümde, “kimi, niye seçiyoruz?”

Bunun, yeryüzündeki her seçimi açıklamaya yetecek tek bir cevabı olduğunu sanmıyorum.

Doğrusu, henüz farkında olmadığımız “gizli bir haberleşme” yöntemimiz olduğuna inanmaya daha meyyalim, aklın ya da duyguların değil, bilemediğimiz birçok algıdan süzülen bir “sezginin” bizi bu seçime götürdüğünü düşünüyorum.

“Bir şey”
bize, “senin içindeki sürekli kımıldayan kuşkulu gölgenle, dışındaki resmini birleştirecek, teke indirecek olan budur” diyor sanki.

Ve, işin acıklı yanı, o “şey” her zaman da doğruyu söylemiyor, bazen yanlış seziyor, yanlış seçiyoruz.

İşte, o zaman dram başlıyor.

Bizi “birleştirmesini, teke indirmesini, kuşkularımızı gidermesini” istediğimiz insan bizi sevmediğinde, kendi içimizdeki o sürekli değişen görüntülerden yapıp dışarı yansıttığımız parlak tablo paramparça olur, içimizde kıpırdanıp duran çalkantılı görüntünün gölgeleri artar, bizi endişelere sevkeden karanlıkları çoğalır, kendimizle ilgili kuşkular büyük bir salgın gibi her hücremizi esir alır ve bütün ruhumuz sürekli sancıyan büyük bir yaraya dönüşür.

Mantıklı davranış, “bu değilmiş” deyip yoluna devam etmektir ama bunu diyemeyiz, çünkü mantığımız da o ateşli hastalığın etkisiyle kuruyup kavrulmuş, bizim için bütün inandırıcılığını kaybetmiştir.

O zaman, kendi üstümüze kapanıp bir hayvan gibi yaramızı yalayarak kendimizi iyileştirmeye uğraşırız.

Ya da...

Yaralı bir hayvan gibi saldırırız, kendi gücümüzü kendimize, bizi sevmeyeni cezalandırarak göstermek isteriz.

Bu ikinci yolu seçecek kadar ilkel olanların önünde vahşete giden ürkütücü bir yol açılır.

O yolun çeşitli merhaleleri vardır ama son menzil ölümdür.

Yol boyundaki hiçbir durağa uğramadan o son menzile ulaşanlar bizim gibi toplumlarda çok olur, onlar öldürürler, kendi ruhlarını kurtarabilmek için başka bir ruhu yok ederler.

Bıçaklarlar, döverler, vururlar, bazen sadece birini değil, Osmaniye’deki korkunç olayda olduğu gibi o “birinin” yanındakileri de öldürürler.

Bunun cezası ağırdır ama asıl ceza bütün ömrünü hapiste geçirmek değildir.

Bence asıl büyük ceza, “sevilmeyen” birinin cevabını en çok merak ettiği sorunun, “beni niye sevmedi” sorusunun gerçek cevabını bilen tek kişinin de ebediyen susmasıdır.

Öldüren insan, ölene kadar o soruyla yaşar:

“Beni niye sevmedi?”

Onun için ben, katillerin öldürmelerine değil, bu sorunun cevabını ebediyen bir karanlıkta bırakmayı göze almalarına şaşarım.

O soru orada öyle dururken bir daha asla gölgesiyle resmini birleştiremeyecek, hep paramparça kalacaktır çünkü.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.