BİTMİŞ BİR AŞKIN PEŞİNDE
Ece Temelkuran
29 Eylül 2010 Çarşamba 23:09
YAZMAK tuhaf şeydir. Yazı, ancak sizin için öldüğünde başkaları için doğar. Ve siz kendi yarattığınız bir “ölü”nün peşinden gitmeye başlarsınız. Konuşmalara, imza günlerine gidersiniz. Sizin için artık yaşamayan karakterler, olaylar, hikâyeler başkaları için yeni doğmuştur, yüzlerinde yeni keşiflerin hayretini ve merakını izlersiniz. Ne zaman yarattığınız bir karakter, anlattığınız bir hikâye için yolda durdurup konuşmaya başlasa biri sizinle, garip bir “İş işten geçti” kederi sızlar insanın içinde.
Siz de o heyecana katılmak istersiniz, yazıp bitirdiğiniz, kitap sayfalarına basıldıktan sonra sizi büsbütün terk etmiş bir hikâyenin yeniden parçası olmak istersiniz. Ama bu, bitmiş bir aşkı yeniden başlatmak için gayret göstermeye benzer. Bilirsiniz, düşmüş aşkları kaldıracak kadar uzun bir kaldıraç yoktur. Dünyayı bile yeterince uzun bir kaldıraçla yerinden oynatabilirsiniz ama aşklar, kitaplar ve heyecanlar... Onlar bir kereliktir. “Bir kerecik daha!” diye yalvarmak anlamsızdır.
OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ
Şimdi Amerika’ya gidiyorum. Michigan, Harvard, Tufts üniversitelerinde ve “Hrant Dink’in Arkadaşları” kuruluşunun davetlisi olarak Boston’da konuşmalar yapacağım. Ağrı’nın Derinliği’nin peşinden gidiyorum. Birkaç gündür düşünüyorum: Acaba konuşma hazırlamalı mıyım? Her seferinde böyle oluyor bu. Avrupa Parlamentosu’nda Kürt meselesiyle ilgili konuşma yaptığımda da olmuştu. Birkaç gün için için “başkaları gibi” yapmam gerektiğini düşünüyorum her seferinde. Düzgün düzgün, aklı başında, olması gerektiği gibi... Sonra ve her seferinde şöyle oluyor:
Öyle tek tabanca çıkıyorum sahneye. Ve sonra zaman geçiyor, vakti gelince tekrar düşünüyorum: Kesinlikle bir konuşma hazırlamam gerek! Evet evet, öyle dımdızlak çıkmayayım ortalığa. Ve sonra yine tek tabanca... Böyle sürgit bir kafa kavgası.
YOLA KENDİNLE ÇIKMAK
“İnsan, mizacında olmayan şeylere kalkışmamalı.” Bugünlerde sık sık bu cümle üzerine düşünüyorum. Büyümekle ilgili bir şey belki bu. Kendi kendine alışmakla ilgili. Çünkü ancak kendinle kavga ede ede öğreniyorsun ki mizacında olmayan şeylere kalkışınca fena halde tökezliyorsun, hasta oluyorsun, beceremiyorsun. Yani aslında başka türlüsünü beceremeyeceğimiz için, becersek bile sürdüremeyeceğimiz için kendimiz gibi olmak zorundayız. Aslında başka bir seçeneğimiz yok, mesele bu. Çünkü öteki türlüsü kalbin ritmini değiştirmeye benziyor, nefes alışverişini... Sanırım insan kendine bir yoldaş gibi alışıyor. “Yola bununla çıktık” diyorsun kendin için, “Batsak da çıksak da bu böyle”.
Kendine bir yoldaş olarak güvenmek zorunda olduğunu düşünmeli insan herhalde. Kendiyle delikanlı bir ilişki kurmak en iyisi. Kendini, kendin denilen o gövdeyi, eksiği gediği olsa da yarı yolda bırakmak, mesele bu. Kesip biçmeye çalışmamak... Belki de büyümek böyle bir şey. İnsan saçları ağardığı gün büyümüyor, çocukları olduğunda ya da mal mülk sahibi olduğunda. İnsan, “Ben de böyle biriyim işte” dediği gün büyümüş oluyor. Düşsek de kalksak da... Bazen de şüpheleniyorum aslında. Acaba insanı gelişmekten alıkoyar mı böyle düşünmek, değişmekten mesela?
İĞRETİLİK
Ama ben de böyle bir şeyim işte, Amerikanya yollarında düşünmem gereken bin tane şey varken, “performans krizi” geçirmem gerekirken böyle şeyler meşgul ediyor aklımı. Ne bileyim iyi midir bu kötü müdür? Ama işte belki bunun da geri dönüşü yok, aldırmıyorum.
Siz bu satırları okurken ben çoktan gitmiş olacağım. (Bunu söylemeye bayılıyorum!) Kitabın peşinden oradan oraya sürüklenirken yazdığım yazılar biraz tuhaf durabilir. Türkiye’de değilken yazılan yazılar ne yapsanız tam denk gelmiyor, buradaki ruh halini yakalayamıyor. Yani biraz iğreti durursam bu köşede, hiç değilse birkaç günlüğüne beni affedin. Bilin ki bitmiş bir aşkın peşinden gitmekteyim...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.