BİR TOPLANTI ÜSTÜNE
Murat Belge
06 Nisan 2013 Cumartesi 07:34
Bence bir terminoloji yanlışlığı sonucunda adı “Âkil Adamlar” konan kurulun ilk toplantısını dün akşam (Perşembe, 4 Nisan) yaptık. Bunu bilmeyen yok, çünkü o yanlışlık (“Âkil Adamlar”) sonucunda bu konu “Türkiye gündemi”nin birinci maddesi hâline geldi. En iyi bildiğimiz iş kişiler ve kişilikler üzerinden laf üretmek olduğu için, burada her türlü “sansasyon” potansiyeli var.
“Âkil Adamlar” adı (“Wise Men” vb.) öncelikle “arabuluculuk” etmek üzere biraraya gelmiş/getirilmiş kurullara verilen addır. Bunlar, bir ülke içinde veya ülkeler arasında çıkan çatışmalarda, taraflar birbirleriyle görüşmekte birtakım zorluklarla karşılaşıyorsa, onların taleplerini öğrenmek ve öteki tarafa aktarmak için çalışırlar. Bugün Türkiye’de “Kürt sorunu” dediğimiz olayda böyle bir durum yok. Bir “arka koridor diplomasisi” zaten nicedir yürürlükte. Bunun için —en azından şimdiki konjonktürde— bir “Âkil Adamlar” kuruluna ihtiyaç duyulmuyor.
Başbakan dün akşamki konuşmasının bir bölümünde şunları söyledi: “Ben isterdim ki... bir siyasetçi olarak ben sadece yol açsaydım... o yoldan bilim insanları ilerleseydi, mütefekkirler, münevverler ilerleseydi; gönül insanları, kanaat önderleri, aydınlar, sanatçılar ilerleseydi...”
Bu, benim yıllardır düşündüğüm ve elimden geldiğince yapmaya çalıştığım şeylerin özeti gibi. Hep söylerim, devletler, hükümetler, çok iri kıyım nesnelerdir. Örneğin, buldozer gibidir. Onlar toprağı düzlemeden yol yapılamaz. Bu demektir ki, onlar olmadan bir şey yapılamaz. Ama açılan yolun kenarına çiçek ekmek buldozerin işi değildir. Orta kademe işlerini öncelikle belediyeler üstlenir; ince işler ise sivil topluma kalır. Bunları Marmara depreminden bu yana yazar ve savunurum.
“Kürt sorunu”na gelince, bunun da böyle kademeleri var. Ama iş, sonunda geliyor,insan psikolojisine dayanıyor. O “büyük” işler yapılmalı, yasal değişiklikler, eşitliği sağlayacak kurumsal düzenlemeler gerçekleştirilmeli. Ama aynı zamanda kırılan gönüller, içsel yaralar, zedelenmiş duygular, örselenmiş benlikler onarılmalı.
Sanırım Başbakan şimdi öyle bir yolun açık olduğunu duyurmak istiyor; açık olduğu hâlde niçin oradan gitmek isteyen yeteri sayıda insan olmadığı için sitem de ediyor. Çağırılan kişilerden istenen de “Âkil Adam”lık falan değil, böyle bir iş. Bu da, “akıl”dan çok “duygu” gerektiren bir iş.
“Bunun ne olabileceğini kendiniz düşünün” deniyor.
Dün akşamki yemekte ve toplantıda bana en yakın ve doğru gelen sözlerden birini Abdurrahman Dilipak söyledi: “Barış, savaş olmaması demek değildir” dedi. Evet, Türkler ve Kürtler, silâhların, bombaların patlamadığı bir ortamda, zeytinyağı ve su gibi, birbirlerine karışmadan oturacaklar; fiziksel olarak “yanyana” olacaklar, ama bundan herhangi bir “kimyasal” karışım çıkmayacak... Bu, istenir bir şey olmadığı gibi, uzun vadede sürdürebilir bir şey de değildir. Durum buysa, silâhların tam olarak gerçekleştiremediği ayrılık psikolojik düzeyde gerçekleşmiş olur; bunun geri dönüşü de pek mümkün değildir.
Sayıca da bir “Âkil İnsanlar” kurulu olamayacak kadar kalabalık (öyle kurullar on, on iki kişide kalır) olan bu topluluğu “barış için” etkin olmaya çağırırken, Başbakan, sanırım, “Kürt sorunu” diyegeldiğimiz bu olayın ne kadarının bir “Türk sorunu” olduğunun da farkında. Dilipak’ın söylediği burada özellikle geçerli. Bir “barış kültürü” esirgenmiş bu toplumdan. Dolayısıyla bu noktada çok daha köklü bir sorunla karşılaşıyoruz.
Bu işler böyle altmış kişiyle olacak, tamamlanacak işler değil. Ama şimdi, bu şekilde toplanmış bu kişilerin, başlayan bu işin, gittikçe büyüyecek bir sivilleşme sürecine bir “start” işareti olmasını diliyorum.
“Âkil Adamlar” adı (“Wise Men” vb.) öncelikle “arabuluculuk” etmek üzere biraraya gelmiş/getirilmiş kurullara verilen addır. Bunlar, bir ülke içinde veya ülkeler arasında çıkan çatışmalarda, taraflar birbirleriyle görüşmekte birtakım zorluklarla karşılaşıyorsa, onların taleplerini öğrenmek ve öteki tarafa aktarmak için çalışırlar. Bugün Türkiye’de “Kürt sorunu” dediğimiz olayda böyle bir durum yok. Bir “arka koridor diplomasisi” zaten nicedir yürürlükte. Bunun için —en azından şimdiki konjonktürde— bir “Âkil Adamlar” kuruluna ihtiyaç duyulmuyor.
Başbakan dün akşamki konuşmasının bir bölümünde şunları söyledi: “Ben isterdim ki... bir siyasetçi olarak ben sadece yol açsaydım... o yoldan bilim insanları ilerleseydi, mütefekkirler, münevverler ilerleseydi; gönül insanları, kanaat önderleri, aydınlar, sanatçılar ilerleseydi...”
Bu, benim yıllardır düşündüğüm ve elimden geldiğince yapmaya çalıştığım şeylerin özeti gibi. Hep söylerim, devletler, hükümetler, çok iri kıyım nesnelerdir. Örneğin, buldozer gibidir. Onlar toprağı düzlemeden yol yapılamaz. Bu demektir ki, onlar olmadan bir şey yapılamaz. Ama açılan yolun kenarına çiçek ekmek buldozerin işi değildir. Orta kademe işlerini öncelikle belediyeler üstlenir; ince işler ise sivil topluma kalır. Bunları Marmara depreminden bu yana yazar ve savunurum.
“Kürt sorunu”na gelince, bunun da böyle kademeleri var. Ama iş, sonunda geliyor,insan psikolojisine dayanıyor. O “büyük” işler yapılmalı, yasal değişiklikler, eşitliği sağlayacak kurumsal düzenlemeler gerçekleştirilmeli. Ama aynı zamanda kırılan gönüller, içsel yaralar, zedelenmiş duygular, örselenmiş benlikler onarılmalı.
Sanırım Başbakan şimdi öyle bir yolun açık olduğunu duyurmak istiyor; açık olduğu hâlde niçin oradan gitmek isteyen yeteri sayıda insan olmadığı için sitem de ediyor. Çağırılan kişilerden istenen de “Âkil Adam”lık falan değil, böyle bir iş. Bu da, “akıl”dan çok “duygu” gerektiren bir iş.
“Bunun ne olabileceğini kendiniz düşünün” deniyor.
Dün akşamki yemekte ve toplantıda bana en yakın ve doğru gelen sözlerden birini Abdurrahman Dilipak söyledi: “Barış, savaş olmaması demek değildir” dedi. Evet, Türkler ve Kürtler, silâhların, bombaların patlamadığı bir ortamda, zeytinyağı ve su gibi, birbirlerine karışmadan oturacaklar; fiziksel olarak “yanyana” olacaklar, ama bundan herhangi bir “kimyasal” karışım çıkmayacak... Bu, istenir bir şey olmadığı gibi, uzun vadede sürdürebilir bir şey de değildir. Durum buysa, silâhların tam olarak gerçekleştiremediği ayrılık psikolojik düzeyde gerçekleşmiş olur; bunun geri dönüşü de pek mümkün değildir.
Sayıca da bir “Âkil İnsanlar” kurulu olamayacak kadar kalabalık (öyle kurullar on, on iki kişide kalır) olan bu topluluğu “barış için” etkin olmaya çağırırken, Başbakan, sanırım, “Kürt sorunu” diyegeldiğimiz bu olayın ne kadarının bir “Türk sorunu” olduğunun da farkında. Dilipak’ın söylediği burada özellikle geçerli. Bir “barış kültürü” esirgenmiş bu toplumdan. Dolayısıyla bu noktada çok daha köklü bir sorunla karşılaşıyoruz.
Bu işler böyle altmış kişiyle olacak, tamamlanacak işler değil. Ama şimdi, bu şekilde toplanmış bu kişilerin, başlayan bu işin, gittikçe büyüyecek bir sivilleşme sürecine bir “start” işareti olmasını diliyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.