22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır15°C
  • Ankara17°C
  • İzmir21°C
  • Berlin2°C

BİR KANDİL ANALİZİ

Etyen Mahçupyan

25 Aralık 2014 Perşembe 04:09

Çözüm sürecinde aksama ve duraksamaların sorumluluğunu her iki tarafa da yüklemekten çekinmeyen bir bakışın önemli avantajları var. Her iki tarafa da mesafe alarak bakabilmek, aktörlerin önündeki seçenek yelpazesini görmekten kaçmamak, meseleyi anlamak açısından hayati… Taraflar kendi attıkları adımı hemen her zaman ötekinin tutumuna bağlasalar da, aslında çok sayıdaki alternatiften kendilerine en uygun olanını seçiyorlar. Diğer taraftan her olayı ille de eşit mesafeden görme kaygısı da pek verimli olmuyor, çünkü hayat hiçbir zaman tam simetrik durumlar yaratmıyor. Her olayda bir tarafın sorumluluğu, ‘sevabı’ veya ‘günahı’ diğerinden daha fazla…

Örneğin 6-8 Ekim Kürt siyasi hareketinin bilerek sahneye koyduğu bir basiretsizlikti. Bazıları aynı süreçte Erdoğan’ın sert söylemini de gündeme getirdiler ama şurası açık: Erdoğan ne denli sert konuşsa da Demirtaş’ın çağrısı olmasa bunlar yaşanmazdı. Ve de Demirtaş’ın çağrısı olduğu sürece Erdoğan ne derse desin bunlar muhtemelen yine yaşanırdı. Çünkü ortada sadece bir ‘algı’ sorunu, duygusal ve fevri bir tepki yoktu. Bu tepkiyi vermek üzere bekleyen, zihni bu yönde ‘işlenmiş’ ve hayat koşulları açısından öfkenin eşiğinde gezinen bir kitle var. Kritik nokta söz konusu kitlenin Kandil tarafından hazır tutulması ve kullanılmasıdır. Aksi halde ‘gösterilerin’ bıçakla kesilir gibi bitmesi açıklanamaz. Olayı bitirebilen güç tabii ki onu başlatabilen güçtür. Başlama ve bitme biçimi ise olayın sosyolojik değil siyasi olduğunu, yani bir irade ve kararı yansıttığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla 6-8 Ekim Kandil’in taktiksel bir hamlesiydi ve belirli bir amaçla yapıldı.

Soru bu amacı ne olduğu. Bazı yorumcular açıklamanın ve sonradan gelen geri adımın Demirtaş tarafından yapılmasını önemli buldular. Yükselen bir ismin içerden yıpratılması olarak değerlendirdiler. Nitekim Demirtaş da hedefte kendisinin olduğunu başta ifade etti. Ama olayın asıl amacının bu olduğunu söylemek zor. Belki bir taşla birkaç kuş vurulmak istenmiştir, ancak muhakkak ki 6-8 Ekim hükümetle süregiden görüşmelerin parçası olarak hayata geçirildi. Arka planında Kobani’de verilmek zorunda kalınan taviz vardı. Peşmerge ve Özgür Suriye Ordusu desteğini almak zorunda kalınması, Rojava’nın geleceğinin bir PYD/PKK tasavvuru olarak devam etmesini zorlaştırdı. Aslında ABD’nin müdahil olması da uzun vadede PKK’nın lehine olmadı. Çünkü meselenin sınırlarını genişletti, Rojava’nın kaderini bir kez daha Suriye’nin kaderi ile birleştirdi ve çoğulcu siyaseti bir önkoşul haline getirdi.

Kandil bir anda kendisini AKP hükümeti karşısında zayıflarken buldu. Bir seçenek Türkiye’de çözüm sürecine sarılmak olabilirdi ama öteki seçenek tercih edildi. Yani Rojava’yı Türkiye’ye doğru genişleterek, PKK’nın Suriye’deki geri adımının karşılığını çözüm sürecinden çıkartmak. 6-8 Ekim’in siyasi anlamı bu ve bir başarısızlık hikayesi. Çünkü Kandil’in bizzat Kürt toplumundaki değişimi bile anlamadığını ortaya koydu. Olayların ardından gelen saha çalışmaları HDP oyunu yeniden yüzde 6’da gösteriyordu…

Dolayısıyla asıl soru Kandil’in niçin bu yola girmek zorunda hissettiğidir. Meselenin özü, eğer ortada bir PKK olmasaydı Türkiye’nin bugünkü koşullarında yeni bir PKK’nın çıkmayacağı. Türkiye toplumu artık bütün kimliklerin doğal ve insani haklarına sahip olmasına ‘evet’ diyor. Hükümet ise siyasi taleplerin her türlüsünün siyaset içinde alınabilir olmasının yolunu açmaya hazır. Ne var ki bu perspektif Kandil’i tatmin etmiyor. Arkada 30 küsur yıllık mücadele ve tabanda ‘zafer’ hayali ile beslenmiş militan yığınlar olduğu sürece, elinde ilave bir pazarlık kozu tuttuğunu biliyor. Sorun, bu pazarlık kozunun giderek ve hızla gayrimeşru hale gelmekte olması. PKK kendi hakları için, kariyerizm için kurulmadı. Kürtlerin hakları için kuruldu. Şimdi eğer Kürtler bu hakları almanın eşiğinde ise, PKK’nın bu süreci engellemesinin sorumluluğu nasıl taşınacak? Eğer siyasi talepler de karşılansın denecekse, bütün Kürtlerin aynı siyasi taleplere sahip olmadığını, önce diğer Kürtlerin ikna edilmesi gerektiğini ve bunun da önce siyaseti bir zemin olarak kabul etmekten geçtiğini hatırlamakta yarar var.

Kısacası Kandil ‘ben ne olacağım’ diye soruyor ve bu sorunun günümüz dünyasında kendileri açısından tatminkar bir cevabı yok. Hükümet bırakalım Türkiye’yi, Kürtlerin kaderini de sadece PKK ile konuşamaz. Ama PKK’ya siyaset yapma ve tasavvurlarını siyaset üzerinden oluşturma imkanını tanıyabilir. Bundan sonrası özgüveni yüksek, sorumluluk sahibi ve olgun bir Kürt siyasetinin ortaya çıkıp çıkamayacağına bağlı olur.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.