BİR İSTİBDAD ÖRNEĞİ: "ABİCİLİK"(I)
Abdullah Can
12 Ekim 2019 Cumartesi 18:48
Peşinen söyleyeyim, benim, ne birilerinin "abi"siyle ne de "abilik" kavramıyla bir sorunum vardır; sorunum, "abilik" kavramının suiistimaliyledir; "abicilik"ledir. "Abilik", sosyal ilişkilerden doğmuş bir gerçektir, bir realitedir. "Abicilik" ise, sosyal ilişkilerimize sokulan, doğrusu dayatılan bir zihniyettir, bir mantalitedir. Dolayısıyla, eleştiri ve itirazlarımız fani şahıslara değildir; şahıslar üzerinden ete-kemiğe büründürülen abicilik zihniyetinedir. Zira bu zihniyetten nemalanan "istibdad", gün geçtikçe azmakta, zararları katmerleşmektedir. Bu durumda, basiret sahiplerine düşen sorumluluk, bu istibdada dikkat çekmektir; onu tanıtmak ve teşhir etmektir. Yazımın amacı da budur.
Hiç şüphesiz, abicilik istibdadının en bariz ve en etkili olduğu camia "Nurcular" camiasıdır. Haricinde yok mudur? Olmaz olur mu; "seyyidlik", "şeyhlik", "pirlik", "efendilik", "hocaefendilik", "hazretlik", "gavslık", "üstadlık", "reislik", "önderlik" gibi unvanlar, abiciliğin diğer camialardaki cari versiyonlarıdır. Ve hepsinin ortak noktası, "seçkincilik"tir. Ancak başlığa sadakat adına, biz "abicilik" özelinde karar kılacağız. Buna kıyasla, teşrih masasına ötekileri de yatırabilirsiniz.
Nur camiasındaki abicilik kültünün, doğrusu iptilasının ruhlarda, vicdanlarda, akıllarda, fikirlerde, söylemlerde, muhakemelerde, psikolojilerde, eğilimlerde, tercihlerde, tepkilerde yaptığı tahribat, o kadar büyüktür ki, bu hastalığa müptela bir Nurcunun birazcık yoklanmasıyla rahatlıkla anlaşılabilir. O derece bağnaz, o derece körcesine bir teslimiyet... Adeta, Şia'daki "Ayetullahlığa", İsevilerdeki "Ruhbanlığa" teslimiyet gibi...
Elbet, ortada bir hastalık varsa, tedavisi de olmalıdır; hastayı kendi haline bırakmak, tedavi ahlakına sığmaz. Ona, "Git, ne halin varsa gör!" denilmez. Aynı şekilde, abiciliğe giriftar olanlara da, "Kendi düşen ağlamaz" kabilinden "Kendi tercihinizdir; buyurun, tercihinizle başbaşa kalın!" denilmez, Zira, "lakaytlık" ve "nemelazımcılık", müslümana yakışmaz; onun kârı ve şiarı değildir. Ona yakışan, "sorumluluk"tur; eliyle, diliyle ve kalbiyle/duasıyla müdahil olmaktır... Bu çerçevede, abiciliğe "hayır" demek zorundayız. Zira abiciliğin uygulamadaki şekli, Nurlardaki "imanî" ve "Kur'anî" düsturlara aykırıdır; onlarla çelişmektedir. Zararı ise küllidir; hem Nurlara, hem Nurculara, hem Nurların Müellifine, hem de Nurun samimî ve hasbî hizmetinedir. İspatı, Nurcuların halihazırdaki manzarasıdır.
Peki, bu zarar nasıl telafi edilecek, bir başka ifadeyle, abicilik hastalığı nasıl tedavi edilecek? Elbette kendi ilacıyla, kendi yöntemiyle. Malum, -devaya ve tedaviye talipli olunmak şartıyla- her dert için bir deva vardır. Maddi dertlerin ilacı maddi, manevi dertlerin ise manevidir. Abicilik, manevi bir derttir, manevi bir hastalıktır... Bu hastalığın ilacını, zuhur ettiği yerde arayacağız; o da Nur camiasının kendi bünyesidir. Abicilik, bu bünyede neşvünema bulmuştur. İlginçtir, bu bünyenin bina edildiği ana temelde, yani Risale-i Nur Külliyatı'nda ve onun banisi Said-i Nursî de "abicilik"in zerresine rastlayamazsınız. Bu kir ve tortu, sonradan bulaşmıştır; asıl kaynaktan uzaklaşmayla birlikte sirayet etmiştir. İşte, burada bize düşen vazife açıktır; o saf ve berrak menbaa(kaynağa) nazarları tevcih etmektir. Arınma ve tedaviyi, o kaynaktan doyasıya içmekle, onun şifakâr suyundan yıkanmakla gerçekleştirebiliriz. Yoksa, hedef ve adresten şaşar; işi avareliğe dökeriz.
Öyleyse, ey abicilik yapanlar ve ey abiciliği şiar edinenler, gelin, ister hakkı bulmakta "hakemimiz", ister bu illetten kurtulmada "doktorumuz" diyelim, Nurlarla bir meşverete oturalım. Ta ki, hakkı hak bilip ona imtisali, batılı da batıl bilip ondan içtinabı şiar edinen hakiki Nur Talebeleri ile bunları birbirine karıştıran tufeylileri tefrik edebilelim.
Nurların hakemliğine ve hekimliğine başvururken, evvela Üstad'ın şu ifadesiyle bir girizgâh yapalım: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım tırşdır. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için, hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız; bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."1
Evet, en büyük abi, yani Üstad dahi kendisinin mihenge vurulmasını istiyorsa, nerede kaldı ki onun çırakları mihenksiz, mizansız bırakılsınlar!... Olacak şey mi? Neymiş, eline su dökmüş, havlusunu tutmuş, ekmeğini getirmiş, kitaplarını taşımış, şoförlüğünü yapmış ve hakeza... Kusura kalınmasın, ortada Kur'anî ve Nebevî mihenk ve mizanlar dururken, yani koca Risale-i Nur Külliyatı oradayken, hiç kimse "la yüs'el" ve "masum" değildir. Ruhbanlık ve takdisçilik, muharref Hıristiyanlığın şiarıdır. İslâm'ın kesinkes reddettiği bir anlayışın Nurlarda yeri olamaz; Nur Talebelerinin onayını alamaz. Bu bağlamda, bunun bir benzeri olan "abicilik" mantalitesinin de Nur camiasında makes bulmaması gerektir. Batılın hak kisvesinde zuhuru, onu haklı ve meşru kılmaz. Unutmayalım, zihinlere ya da gönüllere yerleşen her batıl kavram, bir hak mefhumu geçersiz kılar; uygulamaya da o yansır.
Tamamen hasbî ve gönüllü olan Nur hizmetinde, ilk ve en önemli düstur, "ihlas"tır. Yani, hizmet ve kullukta yalnızca Allah'ın rızasını esas almaktır. İhlasa aykırı her davranış ve teşebbüs, fiilî bir yalancılık ve gizli bir şirktir. Kişilerin gözüne girmek, siyasî, hizmet kisvesi altında dünyevî, siyasî, ırkî, mezhebî, meşrebî, zümrevî maksatların takibi de aynı kategoriye girer; tamamı fiilî yalancılık ve gizli şirktir. Çünkü ihlas ve rıza-yı İlahîde tahsis(has kılma) vardır. Bu da yalnız ve yalnız Allah'adır. Nihayet ayette geçen "Dini (inanç ve amellerinizi) yalnızca Allah'a has kılınız!"2 ifadesi bu hakikatin kesin delilidir. İşte, abicilik dediğimiz bid'atte, ihlas ve Allah'ın rızasına yer yoktur, ona mukabil kişi ya da zümrevî hegemonya ön plana çıkar. Üstad'ın, "Ben de Risale-i Nur'un talebesiyim"3, "Bu ders-i Kur'aniyede ben de sizin bir ders arkadaşınızım"4 prensibi yerine, abicilikte, "Ben sizin büyüğünüzüm; sizin üzerinizde söz sahibiyim; sizler adına karar merciiyim" kabilinden dayatmalar söz konusudur. Üstad'a atfedilen değere binaen, kendilerine gösterilen saygıyı, "dokunulmazlık" ve "masumiyet" seviyesine çıkartarak bir manevi istibdadı icra ederler.
Nur mesleğinde, vazife bellidir; başta nefsimiz ve neslimiz olmak üzere, cemiyetin ve cihanın iman selameti için çalışmaktır. Bu dava, kâinatta en yüksek hakikat ve dünyalara bedel bir davadır. Üstad'ın, "Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın."5 dediği vazife de budur. Bunu vasfederken de, "Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir."6 demektedir. Buna rağmen, abicilik illeti ve bu illetle malul olan zihniyet, aslî vazifeden, yani dünyalara değer iman davasını farklı farklı mecralara, pespaye emellere alet ettiler; kâh ticarete, kâh şöhrete, kâh siyasete, kâh asabiyete, kâh iktidarlara peşkeş çektiler. İman hizmetini manevi bir tatmin aracına dönüştüren bu zihniyet, dünyayı ve dünyalıkları yaşamanın gayesi kıldı. Onların cephelerinde okunan, iman ve Kur'an'a olan iştiyakları değildir; faniyat ve zailata olan teveccühleridir. Nihayet, rahmet ve inayetten uzaklaştırılmalarıyla duçar oldukları zillet ve hezimet ortadadır. Ne itibarları kaldı ne de itimat...
Nur mesleğinde fani şahıs ve şahsiyetçiliğe yer yoktur. Dava baki, şahıslar fani kabul edilir. Ve baki hakikatler fani şahsiyetler üzerine bina edilmez. Tevazu esaslıdır, tekebbüre yer yoktur. Hizmetteki bireyler, biribirine şeyhlik, pederlik taslayamaz. Hizmet ve fedakârlıkta ilerilik, ücret ve mükâfatta geri durmak vardır. Ancak, dinlerde olduğu gibi, meslek ve meşreplerin de tahrifatçıları vardır; bunda, ya menfaat ve şöhret, ya enaniyet ve tekebbür, ya ırkçılık ve devletçilik, ya da derin mahfiller adına ajanlık gibi saikler etkili olmaktadır. İşte abicilik illeti, birinci şıktaki ölçülerden tecerrüt ederek ikinci şıka meyletmekte, böylece tahrifatı emellerine daha muvafık görmektedirler. Yıllardır, Üstad'ın seyyidliği, mehdiliği, mücedditliği, kuvva-i milliyeciliği, Teşkilat-ı Mahsusacılığı, Menderesçiliği, Amerikan yandaşçılığı, devletçiliği, gayr-ı Kürtlüğü, Şeyh Said karşıtlığı etrafında kopartılan fırtınalar ve bu meyanda girişilen tahrifatlar, hep esaslardan ve ana meselelerden uzaklaştırma çabalarıdır.
Kürtçe ve Türkçede müşterek bir söz vardır, "Balık baştan kokar/Masî ji serî ve genî dibe" diye. Yine Kürtçede meşhur bir atasözü vardır; "Xeta xiwar, ji gayê pîr e", yani "Sürüşteki eğrilik, yaşlı öküzden dolayıdır." Evet, toplumları helakete götüren, onlara riyaset edenlerdir. Ondandır ki Kur'an-ı Kerim, Hıristiyan ve Yahudilerdeki dalaleti, kıssis(keşiş) ve hahamlarına bağlamakta, Müslümanları da reisleri konusunda uyarmaktadır. "Şura" ilkesi, bu riyaseti frenlemek, kamuoyunu öne çıkarmak içindir. Hz. Peygamber'in de, ümmetinin istikametini alim ve idarecilerin istikametiyle, helaketini ise onların sapmalarıyla irtibatlandırması aynı paraleldeki hassasiyete işarettir. Bu meyanda, Üstad da "müşahhas istibdad"ı anlatırken, "(Cemiyetin) ağaları ve büyükleri, omuzlarına biner, ta yalnız görünsünler. Onların etlerinden yer, ta büyüsünler. O milletin gonca-misal istidadatı üzerine, o reisler, perde olup ziyayı göstermiyorlar. Belki yalnız, o/onlar neşv ü nema bulur, inkişaf ederler, açılırlar."7 demektedir.
Bu evsaftaki ağalık ve reisliğin Nur camiasındaki karşılığı "abicilik"tir. Dava arkadaşlığı ve din kardeşliğinin yerini zapt eden bu türedi anlayış, maalesef, cemaatlerin -konumuz çerçevesinde Nurcuların- istikametini bozmuş, selim akıl ve selim kalpleri ifsat etmiştir. Halbuki Nur mesleğinde, sahabelerin "isar" hasleti esastır; isar, Kur'an'ın ifadesiyle "(Dava) kardeşini kendi nefsine tercih etmektir."8 Hatta Bediüzzaman'ın tarifiyle, Nur Talebeleri, sadece "isar"da değil, bütün hususlarda sahabeyi model almalıdırlar. Külliyat'ın bir çok yerinde, Nur hizmetini, "Cadde-i Kübra-i Kur'aniye"9, "Sahabe mesleğinin bir cilvesi"10, "Hz. Hasan'ın altı aylık hilafetinin devamı"11, "Ehl-i Beyt'in dairesi"12 gibi vasıflarla anması bu hakikate işarettir. Ve bilindiği gibi, sahabelerin bir tek gündemi vardı, o da "Marziyat-ı rabbaniyeyi tahsil"13 idi. Nurculuğun hakikati bu iken, abicilik iptilası, onu özünden uzaklaştırarak dünyevîliğin, siyasetin, menfaatin, makam düşkünlüğünün, şöhretperestliğin, tarafgirliğin aracı haline getirdi; amacı araca dönüştürdü.
Allah, "Şüphe yok ki bir topluluk kendisini (özünü) değiştirmedikçe, Allah o topluluğu değiştirmez"14 buyurmaktadır. Bu anlamda, İslâm'da kadercilik ve dayatmacılık yoktur. "Olumlu" ya da "olumsuz" yöndeki tercihler, kişilerin tercihleriyle alakalıdır. Çünkü Allah, kulları hakkında asla zulmedici değildir. O halde değişimin ilk hamlesi kişiyle başlar; kişinin esnek ve inkılabî iradesine bağlıdır. Dogmacılık, şartlanmışlık, ezbercilik ve her türlüsüyle basmakalıpçı anlayışlar, değişimin ve gelişimin önünde birer aşılmaz barikattır. "Abicilik" dediğimiz tabu, bu değişmezliğin ve donukluğun en tipik örneğidir. Abiciliğin kendine has dogma ve ezberleri (torna ve tezgâhları), bir taraftan mensuplarını kendilerine benzetirken, öte taraftan dayatılan basmakalıp standartlarla (özel yasak ve sınırlamalarla) onları adeta derin donduruculara mahkûm edip kabiliyetlerini köreltiyorlar. Rejim ve iktidarların topluma dayattığı "tektipçilik"in bir benzerini, abicilik cemaate/cemaatlere dayatmaktadır. Kendilerince geliştirdikleri bu "standartlık", gerçekte bir "sulta"dır, bir "istibdat"tır. Zira insanları anlayışlarından tercihlerine, söylemlerinden eylemlerine, kılıklarından kıyafetlerine, bakışlarından jest/mimiklerine kadar asimile eden bir anlayış, Said-i Nursî'nin anlayışı olamaz; çünkü İslâmî ve fıtrî değildir. Nursî ise, fıtrat ve İslâm'ın adamıdır.
İman ve tevhid mevzularında "şaheser" olan bir eserin mensuplarında, bir çeşit "şirk" olan "abiciliğin" neşvünemasını hazmetmek mümkün değildir. Abicilik, "hakikî kardeşlik"teki "tefani" sırrına ve Risale-i Nur Hareketinde bir esas olan "şahs-ı maneviye" hakikatine bulaştırılmış bir şirktir. Günahlardaki sûrî cazibedarlık gibi, abicilik cazibesine kapılmış ve onunla sermest olmuşlara diyoruz ki, "Gelin, 'hayalî' Bediüzzaman'ın peşine takılmaktan vazgeçin; Nurlardaki 'hakikî' Bediüzzaman'ı izleyelim. Hayallerle, rüyalarla, rivayetlerle, menkıbelerle, hatıralarla buhurlaştırılıp buharlaştırılan bir Üstad'ı değil, Kur'an'ın hizmetkârı ve o mücevherat dükkanının dellalı olan Üstad'la yüzleşelim. Abicilik denilen perdeyi yırtıp kardeşliği ve dava arkadaşlığını ikame edelim.
Devam edecek...
1 İçtimaî Dersler, s. 97
2 Mü'min Suresi, 14
3 Tarihçe-i Hayat, s. 331
4 Emirdağ Lahikası, s. 52, 545
5 Mektubat, s. 576
6 Şualar, s. 383
7 İçtimaî Dersler, s. 90 (Not: Zamir, çoğul olduğu için, fiillerde de çoğul eki tasarrufunda bulunuldu; Müellif-i Muhteremin ruhaniyetinden helallik dileğiyle).
8 bkz. Haşr Suresi, 9
9 Lem'alar, s. 237
10 Emirdağ, s. 48
11 bkz. Emirdağ, s. 52
12 Emirdağ Lahikası, s. 48
13 bkz. Sözler, s. 610
14 Ra'd Suresi, 11
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.