21 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara15°C
  • İzmir19°C
  • Berlin0°C

BİR “İFTİRA” DA SELİM KOTİL BEY’DEN...

Abdullah Can

12 Ağustos 2020 Çarşamba 14:30

Birkaç gün önce Meltem TV’de, “Akıl Oyunu” diye bir program izledim. Konusu, siyaset, ekonomi ve eğitimdi. Konuşmacılar, halk deyimiyle, kelli-felli iki kişi; Selim Kotil(moderatör) ve Erol Mütercimler’di. Programın ilk bölümünde, “Halifeliğin” gereksizliğini konuşan bu efendiler, sözü Çanakkale Savaşı’na getirirler; tam da bu esnada, Kotil Bey, Said-i Nursî’ye öyle bir isnatta bulundu ki, gayr-ı ihtiyarî olarak, bana, “Bu akıl oyunu değil, akıl durmasıdır” sözünü söylettirdi. Kotil’in, yüzde yüz “iftira” olan isnadı şu: Güya Said-i Nursî, işgalci İngiliz askerleri için, “İngilizler de ölürse, şehid olurlar...1 demişmiş. Allah, Allah... Bir “insan”, bu kadarda mı pervasız olur? Ne adına ve niçin? Tamam, “yerleşik ideoloji”ye, “resmî tarih tezi”ne sadık olabilirsiniz; yalnız, neden iftira?... Hele de, ağzından “Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm” dökülen birine bu iftira yakışır mı? Soruyorum, dayanağın ne?

Evet, zaman, Birinci Dünya Savaşı hengamesi. Çanakkale Muharebeleri olmakta. Bu cephede, “işgalciler”in başını İngilizler çekmektedir. Amaç, İstanbul’u ele geçirmek, boğazlara hakim olmak... Bunun için, Müslüman kanı dökmekteler. Böyleyken, Said-i Nursî kalkmış, işgalci İngiliz askerleri için, “şehid” demişmiş. Delil yok, belge yok? Kaynak, işkembe-i kübra... Allah, akıl, iman, insaf, izan, vicdan versin! Başka ne diyelim? Kürtlerde bir deyim var; “Dinya fere ye, derew bêpere ye”(Dünya geniştir, yalan parasızdır) diye. Evet, yalan gibi, “iftira” da öyledir; ona da bir ücret gerekmez. Ondandır ki, “ölü” ve “savunmasız” Nursî’ye, bolca iftira edilmekte, her türlü bühtanda bulunulmaktadır. Bir ölüye iftira etmek, çamur atmak, en hafif deyimiyle, “namertlik”tir. Zira mert adamlar, “iftira” silahına tenezzül etmezler.

İftiradır” diyoruz, çünkü İngilizler, Çanakkale’yi işgal ettiklerinde, Said-i Nursî “Doğu”dadır; Van, Bitlis, Muş ve Erzurum havalisinde, Ruslarla, müttefikleriyle savaş halindedir. Kürtlerden oluşturduğu “gönüllüler”(siviller) ordusunun başında, alay komutanıdır. Bu savaşta, çok sayıda talebelerini şehid vermiş, kendisi de Ruslara esir düşmüştür; iki yıl esir kalmıştır. Bunlar, resmî ve gayr-ı resmî belgelerle sabittir. Böyleyken, nasıl olur da işgalci askerleri “şehid” diye yad eder? Nursî ki, İngiliz ve Yunan askerleri için, “Hizbüşşeytan” demektedir.2 İstanbul’u işgal ettiklerinde ise, aleyhlerinde “Hutuvvat-ı Sitte” adlı eserini yayınlamış; “Tükürün zâlimlerin o hayasız yüzüne!3 şiarıyla kıyama durmuş; halkı direnişe çağırmıştır. Eserinin başına da, “Şeytanın adımlarını takip etmeyin!4 ayetini koyarak, İngiliz ordusunun “şeytan”la ilişkisini kurmuştur. Yine, “Tuluat” adlı eserinde, kendisine bir soru sorulmuş; “Neden bu kadar (İ.G.Z.)den nefret ediyorsun? Musalâhasını da istemiyorsun?”5 şeklinde... Verdiği cevabı yazmayacağım; Kotil kendisi okusun!...

Tabii, Kotil Bey, bu iftirasını düzerken, Erol Bey de ketum davranmakta, bir “acaba” bile geçirmemektedir. Halet-i ruhiyesini bilmem, ama bizde bir söz var; “Sükût, ikrardan gelir” diye. Halbuki bilgi ve bilgelikte, burunlarından kıl aldırtmayanların, bir başkasının havasına kapılmaması lazımdır; ne yazık ki kendisi de “uydum imama” misali, “moderatör” beye tabi olmuştur. Araştırmacı kişiliği, ona, “Düşmanıma dahi iftirayı kabul edemem!” dedirtmesi lazım iken, ne yazık ki “yerleşik ideoloji”ye ve “resmî tarih tezi”ne olan sadakat, bu hakperestliğe baskın gelmiştir. Her ne ise; diyeceğim o ki, mert ve onurlu insanların yöntemi, rakiplerini “yalan” ve “iftira”larla değil, delil ve belgelerle çürütmesidir. Zira yalancının da, iftiracının da mumu yatsıya kadar yanar... . Ancak itiraf etmeliyim ki, Erol Bey’in, Kotil’den bir farkı vardır; sekülerdir, sekülerizmin ilkelerine sadıktır; bu itibarla, dini ve dinsel argümanları kullanmaz. Ancak Kotil Bey, dini ve dince mukaddes tanılan değerleri sonuna kadar kullanmaktadır. Bir çeşit “dine karşı din” teziyle hareket eder. 

Yukarıda değindiğim gibi, Kotil Bey, Nursî’ye çamur atarken, delilsizdir, belgesizdir. İsnadında, tamamen “keyfî” ve “indî” davranmaktadır. Gerçeği, taassuplarına kurban etmiştir. Taassupları; 1- Haydar Baş mensubiyeti; bunun doğal sonucu olan “kronik” Nursî düşmanlığı. Tabii, bunu da tetikleyen sebepler vardır; a) Kayıtsız-şartsız mensubiyetlerin “benmerkezci” karakteri. b) Siyasî Nurcuların “tarafgirce” davranışları, c) Gülencilerin, Nursî ve Nurculuk üzerinden “diyalog” çağrıları; Hristiyanlara fazla sokulmaları, d) Nurcuların, Nurları ve Nursî’yi “takdim”lerinde, “tanıtma”larında yaşadıkları aşırılıklar. 2-Milliyetçilik” marazı ve sonrasında evrildikleri “ulusalcılık” ideolojisi. Bu itibarla, Nursî’nin “Kürt” kimliğine olan tahammülsüzlük. Evet, taassup(bağnazlık) gibi, ırkçılık da tam bir “barikat” ve “handikap”tır; gözleri, gönülleri, akılları köreltir, kişi ve gurupları “dar” ve “fasit” bir cenderenin içine sokar, hapseder. 

Evet, Kotil’i bu “iftira”ya sevkeden ana etkenler bunlardır; kurucu irade ve resmî ideolojiye dair vurgular, işin tuzu-biberi olmuştur. Anladığım, hâkim ve otoriter ideoloji, bir kalkandır; siyasî, ideolojik emelleri olanlar, ona sığınır, onunla korunmaya, ondan nemalanmaya çalışırlar. Hilafet eleştirileri, onun “siyasî” karakterinden değil, İslâmî özüyle ilgilidir. Zira, din ile hayatı birarada tutan, kendine özgü siyaset ve hukukuyla iki hayatı tanzim eden bir dinin, “halifelik” gibi, “liyakat”, “ehliyet”, “hal” ve “akd” esasları üzerinde müesses olan bir kurumu yok sayması mümkün değildir. Ama dediğim gibi, “hilafet ilgası”nı haklamak, ilga edeni ise aklamak adına, bu kurumun önüne bir “siyasî” kelimesini oturtarak mahkûm etmeye çalışıyorlar. Tıpkı “Siyasal İslâm” gibi... Bu bağlamda, tezlerini, yine yerleşik ideolojiye, onun öngördüğü resmî tarih tezine sadık kimselerce yazılmış kitap ve makalelere dayandırarak takviyeye çalışıyorlar; halifeliğin, “kardeşlik” ve “birlikte yaşam” eksenli kucaklayıcı yanını teğet geçiyorlar. Ne diyelim; “Bozacının şahidi şıracıdır” deyimi bu olsa gerek... Geçmişten günümüze, halifeliğin suisitimal ve istismarı, onun ilgasını meşru, ilga edeni de haklı çıkarmaz; isabetli ve öngörülü kılmaz. Zira, halifeliğin özü, Peygamberî uygulamadır; Ebubekir ve Ömer’in adil yönetimleridir. Tez ve iddialar, istismar ve sapmalara değil, öze ve gerçekliğe bina edilmelidir...

Kotil ve Mütercimler’in, iddialarından olan, “Bir zamanlar İngiltere’nin, şimdilerde ise Amerika’nın halifeliği desteklediği, teşvik ettiği” şeklindeki görüşleri ise, son derece absürttür, gerçekliğe aykırıdır. Keza, Lozan’da, millî şeflerle emperyalizma şeflerinin karşılıklı taahhütlerinin “asılsız” olduğu yönündeki tezleri de Kemalistçe bir perspektiftir; belgelerin red ve inkârıdır. Doğru olan, atgözlüğüyle bakmak değil, bakışaçısını alabildiğince geniş tutmaktır. Yoksa, “Kendi çalar, kendi oynar” deyimine masaddak olunur. Her ne ise, bu konuyu zamana ve ehline bırakıp (ki çok sayıda kaynak var) asıl konumuz olan Kotil Bey’in “iftira”sına dönelim; biraz daha irdeleyelim:

Said-i Nursî’yi okuyanlarca malumdur; kendisinin en çok eleştirdiği, hatta hücum ettiği “siyaset”, İngiliz devlet politikasıdır. Çünkü, İngiltere, siyasetini “şeytanlık” ve “sömürgecilik” üzerinde kurgulamıştır; İslam dini ve alemini, kendisine baş düşman bellemiştir. “Güneş batmayan ülke” deyimi, İngiltere’nin sömürgecilikteki sınırtanımazlığına delidir. Bundan en büyük zararı, Müslüman coğrafyası görmüştür. İliklerine kadar sömürülmüşlerdir. Yanlış anlaşılmasın; bu saptama, Nursî’nin deyimiyle, “İngilizlerin küfrî rejimleri6 içindir; halkı için değildir. Nursî’nin, bu anlamda, İngiliz halkıyla bir alıp-veremediği yoktur; “şeytan”laştırdığı, İngiliz politikasıdır; bu politikanın İslam dünyasındaki tahribatçı yansımalarıdır. Kitapları ortadadır; hiçbirinde İngiliz rejimini, politikalarını onaylar bir cümle bulamazsınız; olsaydı, herhalde Kotil Bey, üzerine atlar, delil olarak kullanırdı.

Kotil Bey’in, bu iftirayı, “okuma” üzerinden değil, “duyum” üzerinden yaptığını da söylemek mümkündür. Bu duyum da, Nursî’ye ait bir metnin yanlış anlaşılması ve aktarılmasıyla alakalı olsa gerek. Evet, Said-i Nursî, Kastamonu sürgününde iken (1934-1944), talebelerine bir mektup yazar; o lahika mektubunda, “birileri”, -isterlerse- “algı” amaçlı kullanabilecekleri şu ifadeler geçmektedir: 

Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim. Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehid olup veli oluyorlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlara, kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i ilâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.”7

Görüldüğü gibi, burada sözkonusu olan -kâfir de olsa- savaşın mağduru “mazlum çocuklar”dır. “Şehit” olduklarından değil, Allah’ın engin rahmetinden olan paylarından bahsedilmektedir. Var mı ötesi? İslam’a göre de “masum” kabul edilen “çocuklar” nerede, “şehit(!) İngilizler” nerede? Bu zihinsel iğfalata sapanların amacı bellidir; “At çamuru, tutmasa da iz bırakır.”

Hasıl-ı kelam: Kotil Bey’e, Kur’an’ın “Ey îman edenler, Allah için adâletle şahitlik yapanlardan olunuz! Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adâletten ayırmasın! Âdil davranın, zira takvâya en yakışanı budur...”8 ayetini hatırlatırım. Ve derim ki; “Nursî, düşmanın da olsa, hakkında adil ol! İslâm’ın, ‘kardeşlik’ ilkesini bir yana bıraksan bile, ahlakın gereği olan ‘müfterilik’ten sakın! Bilirsin ki, Hz. Peygamber, ‘Ya doğru söyle, ya da sükût et!’ der. Çünkü yalancılık da, iftiracılık da İslâm’a göre ahlakların en düşüğüdür...”

Allah’ın selamı, hidayete tabi olanlara olsun...


1 https://www.youtube.com/watch?v=_o6B9-O3L7M (19:38 - 19:40 aralığında)
2 İçtimaî Dersler, s. 320
3 Mektubat, s. 562; Emirdağ Lahikası, c. 2, s. 484
4 Bakara Suresi, a. 168
5 İçtimaî Dersler, s. 320
6 Emirdağ Lahikası, c. 2, s. 481
7 Kastamonu Lahikası, s. 53
8 Mâide Suresi, a. 8

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.