22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır8°C
  • Ankara12°C
  • İzmir18°C
  • Berlin0°C

BİR ÇOCUKLUK ANISI OLARAK SAVAŞ

Sezin Öney

16 Ağustos 2012 Perşembe 07:17

Kaybediyoruz; çok fena kaybediyoruz zamanı.

CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılması ertesi, başına gelenleri, konuştuklarını samimiyetle anlatması sorun oluyor, “nasıl olur da ‘arkadaş’ der” diye mesele ediliyor da, kaçıran PKK’lıların “Bu anlamsız savaşı istemiyoruz” sözleri dert edinilmiyor.

Dünyanın neresinde, bir çatışma 35 yıl sürer, 50 bini aşkın insan ölür de, bir şiddet eyleminin sonu böyle sarılıp öpüşüp helalleşerek, “teröristlerin”, “Bizi unutma abi” demesiyle biter?

Türkiye siyaseti daha savuradursun barış fırsatlarını. Ülkesinin çocuklarını birbirlerini öldürmeye mahkûm etsin. Bir gün, bunda vebali olanları tarih öyle bir yargılayacak ki, öyle bir kara lekeyle geçecekler ki tarihe...

Geçen gün daha 20’lerinde bir arkadaşım, Gülçin Kocabuğa, “Savaşı bir çocukluk anısı sanmıştım” diyordu. Benim için de öyle, benden önceki kuşak için de... Bizden sonraki kuşaklar için de; oğlum için mesela, haberler, sadece “şiddet” demek. Şimdi, yeni doğanlar, bundan sonra daha doğacak birkaç kuşak için de böyle olacak.

Ben bunları yazarken şu an bulunduğum Budapeşte’de, bir Türkiye kanalında alay eder gibi bir “kamu spotu” televizyonda...

“Baba, sen yoksun yanımda, ama bütün Türkiye var, ilk kadın Cumhurbaşkanı olmayı hayal ediyorum” gibi sözler duyuluyor ekrandan...

Evet, elbette aynen böyle hayaller sözkonusudur; hem Türkiye’nin kimsesiz tüm çocukları, hem de savaşla yatıp kalkan “bölgenin” çocukları için...

Herhâlde, gerçekte, hayal etmeyi hayal bile etmiyor artık birçok insan; kayıpların arasında bir büyük kayıp da, hayallerin yok edilmesi...

Çok karmaşık ve karanlık bu dönemde, Türkiye’nin önündeki sınav çok ama çok zorlaştı. Bunu aşabilir miyiz?

Bunun yanıtını bulmak için, belki de, son 10 yılda, kim nerede nasıl hata yaptı, imkân varken Türkiye olarak, politikasından medyasına, sivil toplumundan iş dünyasına, neden bunları kullanmadık, kullanamadık, neden demokratikleşme şansını kullandırılmadık bunları sormak lazım. Sonuç olarak da, neden her şeyin daha da karmaşıklaştığı bu duruma düştük, bunu anlamaya çalışmak lazım.

Silahsızlanmanın mümkün olabileceği, kritik an yitirildi. Oslo Görüşmeleri olarak adlandırılan PKK ile diyalogun başlaması ve bu sürecin terk edilmesi, 2009-2010 dönemi yani; bir de, belki, en son bu yaz başı yaşanan gelişmeler, Leyla Zana’nın Erdoğan ile görüşmesi ve Murat Karayılan’ın Avni Özgürel röportajı dönemi... Belki 2012 yazının başı da, ETA ve IRA örneklerinde olduğu gibi, PKK’nın silahsızlanması için imkân sunabiliyordu.

Sonra birden Türkiye bir sis perdesinin içine girdi.

Eğer, Türkiye birden, mucizevî şekilde, kendini aşan bir siyasi olgunluğa kavuşmazsa; Kürt Sorunu’nu içinden çıkılmaz hâle getiren “çatışma meselesinin” artık çözülebilmesi neredeyse imkânsız. İnsanlara bunu yapmaya kimin hakkı var; her lafa “ama terör...” diye başlanırsa, asıl estirilen terörün, “terör” olarak adlandırılan şiddeti de besleyen bir devlet saldırganlığı olduğunu gözardı etmiş olursunuz.

Bu konuda farklı düşünen “sıradan vatandaşlar” da, bir yandan yaşanan acılar öte yandan bu acılara karşı körleştiren algı çarpıtmaları derken, birbirini yer gider.

Eskiden Genelkurmay ve derin devlet şimdi de, sivil ama ezici bir iktidar ve gene “iyi saatte olsun” güçleri de, kendi yolsuzluk ve çıkar düzenlerini memnuniyet içinde sürdürür gider.

Aygün’ün kaçırılması, bizi çok düşündürmeli. Nasıl iplik gibi ince bağlarla Türkiye’nin hayata tutunduğunu artık anlamamız gerek.

Aygün’ün kaçırılması ertesinde, “Muhabbetleri bol olsun” diyen Şamil Tayyar, insanların ölümüne yol açmış biber gazı için “yüzde yüz doğal” diyen İdris Naim Şahin ve daha niceleri; susun artık.

Nereden ne diploma aldıkları belli olmayan, uzmanlıkları kendi egoları olan “stratejistler2, “Biz bu kadar zırvalayıp gündemi boğduğumuz, bilgiden ziyade vıcık vıcık milliyetçiliğe dayanan söylemlerimizle gündemin felç edilmesine katkıda bulunduğumuz için mi acaba Kürt Meselesi’nin sürüp gitmesine, insanların ölümüne neden oluyoruz” diye bir sorsunlar kendilerine.

Kaybediyoruz; çok fena kaybediyoruz zamanı.

Bilinmeyen dil: Özgürlük ve insanlık dili

Vicdani reddi ve bundan ötürü askerlik yapmayı reddetmesi nedeniyle 9 hazirandan beri tutuklu olan Taraf spor yazarı, edebiyat eleştirmeni Ali Fikri Işık’ın ilk duruşması önceki gün Edirne’de yapıldı.

Sözü şimdi, mahkemeyi de izleyen yazar Fehmi Işık’ın, İlke Haber’de yer alan yazısına bırakıyorum.

“Ali Fikri mahkeme günü ısrarla Kürtçe konuştu.

Olağanüstü dönemlerde sivillerin yargılandığı sıkıyönetim mahkemeleri hariç, Türkiye’de ilk kez bir vicdani retçi savunmasını Kürtçe yapıyordu.

Mahkeme bilindik ezberini tekrarladı: ‘Mahkememizce bilinmeyen dil...

En nihayetinde Ali Fikri, Benim dilimi tanımayan mahkemeyi ben de tanımıyor ve mahkemede sadece kendi dilimle sorulan sorulara cevap vereceğimi belirtiyorum’ diyerek vicdani reddini açıkladı. Ali Fikri’nin yaptığı tüm Kürtçe konuşmalar, askerî hâkimin itirazına rağmen mahkemede tercüman bulundurulması talepleri reddedilen avukatları tarafından tercüme edildi.

Ali Fikri’nin bir sonraki duruşması 10 eylülde.

Mahkeme, daha önce psikolojik durumunun tespiti için doktora sevk ettiği ve Ali Fikri’nin Turp gibiyim’ diyerek, psikiyatristten sağlam raporu aldığı süreci yeniden işletiyor. Mahkeme bu kez bir sonraki duruşmada uzman psikologun da hazır bulundurulmasını karara bağladı.”

İnandığını, bildiğini yapan ve kendini savunurken de anadilini konuşmak isteyen bir insanın başına neden bunlar gelir? Dürüstlük bu kadar taşınması zor bir “yük”?

Özgürlük, haklar, insanlık; bu kelimelerin bizim buralarda karşılıkları ne?

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.