BEYAZ TAVUS KUŞU
Ahmet Altan-
27 Nisan 2012 Cuma 07:00
Müjdeler olsun bizim berber Celal köşe yazarı olmaya karar verdi.
Haftada kaç gün yazması gerektiği konusunda biraz kararsız.
“Haftada kaç yazmak lazım” diye sordu bana.
“Sen yaz da” dedim, “gününü sonra belirlersin”.
Ona Molière’in piyeslerini bir berber dükkânında yazdığını da söyledim, berber dükkânının yazarlık için bereketli bir yer olduğunu vurgulamak için.
“Aklımda çok acayip bir konu var” dedi, sonra da ekledi, “ama sana söylemem”.
Hâlinden anladığım kadarıyla, “ne söyleyeceğim abi, sen söylediklerimi çalıp kendin yazıyorsun, şimdi söylesem bu konuyu da yazar heder edersin” demek istedi.
Arkadaşlarına da açıklamış yazar olacağını.
“Sakın bizim adımızı yazma” demişler, o da, “yazara müdahale edemezsiniz” demiş.
Celal daha şimdiden “fikir özgürlüğü” için mücadeleye başladı.
Yazarlara müdahaleye karşı.
Böyle giderse yakında Başbakan’la kapışırlar.
Belgeseller konusunda Celal Başbakan’ı yener, onu baştan söyleyip Başbakan’ı uyarayım.
Bizim yeni meslektaşın dükkânından çıktıktan sonra babama gittim.
Babam arada bir beni gezmeye götürüyor.
Biliyorsunuz, bir çocuk kaç yaşında olursa olsun babasının yanında bir çocuktur.
Büyümek, bir çocuğun babasına karşı yaptığı bir saygısızlıktır, onun için çocuklar babalarının yanında asla büyümüş biri gibi davranmamalılar.
Geçenlerde birlikte gittiğimiz bir lokantada, babam genç bir garsona beni gösterip “Oğlumu da getirdim” dedi, genç garson tam ne diyeceğini bilemedi, “Allah bağışlasın” dedi.
Dün de babamla Adile Sultan Sarayı’ndaki Borsa Lokantası’na gittik.
Sabancılar, Abdülmecid’in kızkardeşinin sarayını bir kültür merkezi yapmışlar, Borsa da o merkezin içinde çok güzel bir lokanta açmış.
Herhalde yeryüzünün en muhteşem lokantalarından biri.
Bir prensesin sarayından Boğaz’a bakarak olağanüstü lezzetli yemekler yiyorsunuz.
Hava çok güzeldi.
Karşı tepeler yemyeşildi.
Boğaz’ın koyu mavi suları gümüşi bir kayganlıkla akıyordu.
Lokantanın önünde bir çimenlik, çimenliğin hemen köşesinde tek başına duran incecik gövdeli, çok dallı bir erguvan ağacı vardı.
Derken tuhaf bir ses duyduk.
Bahçenin öbür ucundaki bir bölümden bembeyaz bir tavus kuşu çıktı.
Uzun kuyruğunu peşinde sürükleyerek çimlerin üzerinde bir tur attı.
Sonra biri beyaz, biri renkli iki dişi peşinden geldi.
Erkek tavus kuşu bütün lokantanın kendisini seyrettiğinin farkında olarak epeyce dolaştı bahçenin içinde.
Doğanın muhteşem gösterisini hep birlikte hayranlıkla izliyorduk.
Bir kere daha gördüm ki saf gerçek, aslında bir masala benziyor.
Gümüşlenmiş koyu mavi sular, yeşil tepeler, erguvan ağacı, beyaz tavus kuşu, hayatın tam kendisiydi ama hayata hiç benzemiyordu ya da bizim hayat sandığımız şeye hiç benzemiyordu.
Babam Yahya Kemal’den bir şiir söyledi.
Tevfik Fikret’ten konuştuk biraz.
Nasıl da çağının ilerisinde bir adamdı, İttihatçılar “Dünya benim vatanım, insanlık benim milletim” diyen şairi, kendilerini eleştirince sokaklarda yuhalatmışlar, kalabalıkları “Kırılsın seni Fikret diye alkışlayan eller” diye bağırtmışlardı.
Çok genç ölmüştü.
Bir yandan da tavus kuşuna bakıyorduk.
Garson, özel olarak Manisa’da yetiştirilmiş kuşkonmazlar getirmişti, üzerine biraz İzmir peyniri rendelemişlerdi.
Belki de bizim şansımıza çevre masalarda eski İstanbul’un süzülmüşlüğünden gelen bir konuk kalabalığı vardı.
Babama gösterdikleri saygılı ve kibar ilgi, masaya uğrayıp onun yazılarından pasajlar okuyan hoş hanımlar, lokantadan ayrılırken artık kaybolduğunu sandığım bir zarafetle veda eden insanlar, beyaz tavus kuşu kadar masalımsı gözüktü bana.
Beni kahkahalarla güldüren babamın anlattığı fıkralar, okuduğu şiirler, eğlenceli anılar, içim yıkandı, dirildim.
Derken tavus kuşu bizim masanın yakınına geldi.
Birden o görkemli kuyruğunu açıverdi.
Yeşil çimenlerin üstüne beyaz dantelden, tüllü bir yelpaze yayıldı, öyle durdu bir süre, sonra dans eder gibi yan yana yürüdü, kanatlarını rüzgârlandırdı, başını havaya kaldırdı.
Bu yaşlı baba-oğla bir armağan bağışladı.
İyice seyrettiğimize emin olduktan sonra topladı kanatlarını.
Lokantadan ayrılırken bizi servis asansörüyle mutfağa indirip oradan selametlediler.
Pırıl pırıl, çelik aksamlı mutfakta bir telaş vardı.
“Akşama Başbakan’ın yemeği var, ona hazırlanıyoruz” dedi bir garson.
Lokantanın çıkışında iki büyük polis otobüsüyle karşılaştık, otobüsler manevra yaparken genç bir polis elindeki makineli tüfeği bize doğru tutup arabayı durdurdu.
Bir süre otobüslerin manevralarını bitirmelerini polisin bize dönmüş tüfeğinin namlusuna bakarak bekledik, babam “Bu çocuk bizi vuracak galiba” dedi gülerek, sonra da ekledi, “ama son yemeğimiz çok eğlenceli geçmiş olacak”.
Polis bizi vurmadı.
Bizim son yemeğimiz olmadı.
Ama çok eğlenceli geçti.
“Harikalar diyarında” gezmiş Alice gibi döndüm geldim, gazetedeki haberleri gördüm.
Haberlere boş ver dedim kendime, beyaz tavus kuşunu sana gösteren hayata şükret bugün.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.