29 Mart 2024
  • İstanbul21°C
  • Diyarbakır19°C
  • Ankara21°C
  • İzmir25°C
  • Berlin13°C

“BEDİÜZZAMAN’IN HANÇERİ” Mİ, BEDİÜZZAMAN’I HANÇERLEMEK Mİ? (II)

Abdullah Can

14 Ocak 2022 Cuma 12:15

Bediüzzaman’ın Hançeri”ni okuyanlar fark etmişlerdir; yazarın Bediüzzaman’dan bahsedişi -iki üç yerdeki değiniler istisna, ki orda da ayıp etmiş- kitabın 78’inci sayfasından sonradır. Bu sayfadan önceki sayfalar, yazarın “şiddet” kavramı etrafında geliştirdiği “kişisel felsefe”si ve “zorlamalı/dayatmalı yorumlar”ından ibarettirler. İlgili-ilgisiz bir sürü laf yığını... (Bu kısmın eleştirisini en son yazıma bırakacağım.) Ha, “ayıp etmiş” dedim; günahına girmeyeyim, biraz açayım:

Yazar, henüz işin başında Bediüzzaman için, “Nursî’ninyeni insantasarımı, orta sınıf prototipli, Müslüman (Türk-İslam) milliyetçisi stereotipli olmakla malûldü...” demektedir. (1) Böylece, hiçbir örneğini sunmadığı, haddizatında da “temelsiz” olan bu iddiasıyla Nursî’ye karşı olan “önyargı”sını açığa vurmuş; aslında “malûl” olan şeyin, Nursî’nin “tasarımı” değil, kendi yaklaşımı olduğunu ispatlamıştır. Halbuki “Adil amaçlara, hukuka uygun araçlarla ulaşılabilir” (2) diyen kendisidir. Böyleyken, her din ve ideolojide, o din ve ideolojinin bütün çabasına rağmen muhalif düşen unsurlarının olabileceğini bildiği halde, böyle bir yakıştırmayla Nursî’yi “itham”a kalkışması, daha baştan kalkış noktasının “adil” değil “zalimce” olduğunu göstermiştir.

Yine, bu değinilerden birinde, “Nikitin’i şeyhler bahsinde bilgilendiren Molla Said, ‘Mevlâna Halid’in ektiği tohumlardan Kürdistan yararlanmadı’ derken bir parça haklı görünmektedir.” diyebilmektedir. (3) Yani Nursî’nin diliyle “Mevlâna Halid”i vurmak... Bir sefer yazar Nikitin’i nasıl okumuşsa, bilmiyorum ama, bahsini ettiği “Molla Said”in Bediüzzaman Said-i Nursî’yle alakası yoktur. Zira, Nikitin’in kitabında, temas kurulan Said’in, “Hakkari”nin “Nehrî” yöresinden (Şemzinan) olduğunu, isminin ise “Molla Said Qazî” olduğunu okumaktayız. (4) Açıktır ki, yazarın önyargısı, onu “sathiliğe” sürüklemiştir. Her ne ise... Bu çarpık ve önyargılı yaklaşımı bir zamanlar bazı kafatasçı ulusalcılar da yapmıştılar; Said-i Nursî’yi İngiliz yanlısı “Said Molla” ile karıştırmışlardı. Maksat, “Üzüm yemek değil, bağcıyı döğmektir.” Ya da “At çamuru, tutmasa da iz bıraksın!

Yazarın, bir değinisi de Nursî için kullandığı, “şiddete karşı neredeyse kör olması” (5) ifadesidir. Burada da önyargılı davrandığı, “kör” yakıştırmasından bellidir. Eskilerin “edep yahû!” demeleri gibi, ben de kendisine “edep ya hû!” diyorum. Ermenilerin bile Nursî hakkında söylemediklerini, bir Kürdün, bir Müslüman evladının kalkıp kimi “yanlış tarihlendirmeler” üzerinden ona çamur atmasını nasıl izah edebiliriz? Kusura bakmasın, “kraldan fazla bir kralcılık”la bir yere varılmaz. Merhum “Hrant Dink”in bile “Allah kendisinden razı olsun” dediği Bediüzzaman için “şiddete karşı neredeyse kör” yakıştırmasında bulunan bir nezaketsize ancak “sen körsün!” denilebilir. Zira Nursî’nin Ermenilere dair söyledikleri ortada iken, onu “aksi” yönde tasvire kalkışan biri için, -olsa olsa- “gündüz ortasında güneşi inkâr eden” yorumu yapılabilir.

(Not: Yazarın, “Münazarat”ı değil, “İttihatçı” bir-iki gazetenin Nursî adına uydurduğu kimi mevkuteleri esas aldığını ileriki yazılarımda ispat edeceğim.)

Yazar, “Bediüzzaman’ın Hançeri” anaforundan hareketle onun şiddetle olan ilişkisini kurmaya çalışırken “şüphe uyandırma” ve “kafa karıştırma” yöntemine başvurmaktadır. Şöyle diyor: “Müspet Hareket metodolojisini geliştirdiği Yeni Said döneminde dahi Said Nursi anti-militarist bir felsefeye sahip değildi. Teyide muhtaç bir iddia olsa bile hayatının son dönemlerinde Kore savaşı vesilesiyle ‘eğer genç olsaydım elime silah alıp komünizme karşı savaşırdım’ dediği rivayet edilmektedir.” (6) İlginç; yazar, hem “teyide muhtaç” hem de “rivayet” dediği bir cümleyi “Nursî’nin şiddetle ilişkisi”ne mesnet gösteriyor! Tabii, “ravi”yi de belirtmemiş. Soruyorum, mesnetsiz bir rivayet üzerinden “zan” ve “şüphe” uyandırmak, “algı oluşturmak” değil midir? En azından Emrah Cilasun gibilerinin cephesine cephane tedarik etmez mi? “Hukukçu” yazara diyeceğim, “Bu iddianızı, Risale-i Nur Külliyatı’yla teyit edebilir misiniz?” Hayır, edemezsiniz! O halde, yakıştı mı?

Bir diğer husus, Nursî, nasıl olur da hem “müspet hareket metodolojisini” geliştirecek hem de “anti-militarist” olmayacaktır? Bu bir çelişki değil midir? Üstelik “Yeni Said” döneminde... Evet, yazar, ilgili-ilgisiz birçok argüman serdetmiştir, ancak hiçbirinin Bediüzzaman’la ilgisi yoktur. Zira gençliğinden vefatına kadar, “nefsî” ve “meşru” savunmanın dışında, Nursî’nin şiddete başvurduğunu, teşvik ettiğini kimse ispatlayamaz. “Külliyat”ı ortadadır. Hatta yazarın kendisi bile bu hususta kendisini tekzip etmiş durumdadır; hem de birçok yerde. Bir-iki örnek vereyim: “Nursi, bütün bu şiddet yüzyılında uğradığı olanca saldırılara rağmen başkaldırıyı şiddet araçları ile modere etmek yerine Kürt geleneğinde hiç denenmeyen bir şeyi yaparak kalem ile başkaldırıyı denedi.” (7) “Nursi’nin hedefi,iman hakikatleriolarak tarif ettiği paradigmayı barışçıl yollarla yaşamak ve yaşatmaktı. Sürgün hayatı ile birlikte İslâmî yaşama, yayma ve yeni bir toplum kurma metodolojisinin temeline “ikna yöntemini” koymuştu.” (8) Ha, bu arada yazarın kendisinin de “şiddet karşıtı” olduğunu belirtmeliyim.    

Yazarın, Nursî’ye ilişkin olarak, “Eski Said döneminde, ağırlıkla Halidilik ekolünün direniş vasıtaları olan ‘siyaset, eğitim, örgütlenme, siyasal aktivizm’ ön plandayken, Yeni Said döneminin direnişçi ruhu Kadirilik ile Halidiliğin birleştiği melez bir biçim almıştı.” (9) gibi söylemleri de “indî” ve “kişisel”dir; zira Bediüzzaman’ın düşünce ve hareket tarzının bu ekollerle uyuşmadığı, hayatı ve mücadelesiyle aşikârdır. Nursî’nin, metot olarak “tarikat” ve “tasavvuf”un formlarıyla hareket etmediğinin ispatı, kitapları ve mücadelesidir; bakılabilir. Nihayet Halidîlik ve Kadirîlikte, sorgusuz-sualsiz “teslimiyet” ve “itaat” vardır; Nursî de ise aksine... Aslında, yazarın kendisi de buna işaret etmektedir. Şöyle ki: “(Nursî, talebeliğinde) şüpheci, sürekli arayış içinde olan, sorgulayan, münazara eden, muhakeme eden bir profil olarak kendisini ikna edecek bir üst hakikatin peşindedir.” (10) İlaveten, yazar, Nursî’nin yol olarak “İslam’ın bizzat kaynağına” yöneldiğini, yordam olarak da bu kaynakla “aracısız temas etme pedagojisi”ni seçtiğini söyler. (11)

Ne var ki yazar, bazen de kendi söylediklerini yok sayarcasına, farklı bir enstrümana yönelmekte, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” dedirtmektedir. Öyle ki, Nursî’nin yerel otoriterlerle (şeyh, ağa, aşiret reisleri) sürtüşme ve anlaşmazlıklarını dillendirirken, bir bakıyorsun zehir-zemberek bir ifadeye başvurmakta, bir çuval inciri berbat etmektedir. Mesela Nursî’nin “sürtüşme” ve “arayış”larından bahsederken, hemen akabinde araya sokuşturduğu “toplumda veya dinsel gelenekte bir konum elde etme amacının payı olduğu da görülmelidir” cümlesi, “hem nalına hem mıhına” deyiminin açık bir ifadesidir. (12) Halbuki yazarın kendisi de okumuştur, şayet Nursî “toplumsal/dinsel” bir konum peşinde olsaydı, M. Kemal’in kendisine teklif ettiği “mebusluk”, “Kürdistan vaiz-i umumiliği”, “300 lira maaş” ve “köşk” gibi arpalıklara tenezzül etmeliydi, değil mi? Hasılı, bu “konum” meselesi, yazarın indî bir “konumlandırma”sı olup hiç yakışık düşmemiş.

Bu bölümü de bu kadarla kapatırken, belirtmeliyim ki benim amacım Said-i Nursî’yi ne “kutsamak”tır ne de “insanüstü” göstermektir. Sadece diyorum ki, “yiğidi öldür ama hakkını yeme!” Hak, hakikat ve adalet bunu gerektirir. Benim gördüğüm, yazarın buna dikkat etmemesidir. Çoğu yerde, Leyla Atabay, Ayşe Hür ve Emrah Cilasun’un “tekrarı” gibi bir pozisyon almaktadır. Bu bir “hak ihlali”dir, bir “itibarsızlaştırma” teşebbüsüdür. Nursî’yi okuyan biri olarak buna “evet” demem mümkün olmadığı gibi “lakayt” kalmam da mümkün olmaz.  Evet, ilk yazıda dediğim gibi, yazarın elbette çok “takdirkâr” ve “yerinde” ifadeleri de var, inkâr etmiyorum, teşekkür ediyorum; ne var ki bunları -adeta- silindir gibi ezip geçen ifadelerini de görmek lazımdır. İşte yaptığım iş, ona bu yanlışlarını göstermek, yanlışlardan dönmesine yardımcı olmaktır. Umarım, kitabının bundan sonraki baskılarında ciddi bir tashihe/revizyona gider, haksız ve hakikatsiz ithamlarından vazgeçer.

Not: Kitabın eleştirilerime mevzu teşkil eden 90. sayfasına kadarki kısımda, gözüme ilişen birkaç yazım yanlışı var, onları da belirteyim ki yazara editöryal bir katkım olsun: Sayfa 22’de geçen “orduların meleği”, ifadesi “melekler ordusu” olmalıdır. Zira böyle bir tamlama yanlıştır, Kur’an’la da alakası yoktur. Kur’an’da geçtiği şekli, Âl-i İmrân 125 ile Enfal Suresi 9-12 aralığında geçen ayetlerdeki gibidir. Bu noktada, kimsenin Allah’ı kendi keyfince konuşturma, kavram ve tamlamalara zorlama hakkı yoktur. Sayfa 23’te geçen “asolanın”, “aslolanın” olmalıdır. Sayfa 30’daki “off demeyi”, “of dememeyi” olmalıdır. Sayfa 71’deki “melle” ve 65’teki “mele” gibi farklı yazılımlar daha çok “cami imamları” için kullanılır; ilim tahsilinde bulunanlar içinse “mela” ifadesi daha uygun düşer; yani Farsça’daki “molla”nın karşılığı...

Devam edecek..


(1) Bediüzzaman’ın Hançeri, Fırat Aydınkaya, s. 38
(2) a.g.e. s.14
(3) a.g.e. s. 391 (Nikitin, s. 74’ten iktibas)
(4) Geniş bilgi için, bk. Kebikeç, sayı 45, sayfa, 21, 2018
(5) a.g.e. s. 39
(6) a.g.e. s. 84
(7) a.g.e. s. 336
(8) a.g.e. s. 336; ayrıca bkz. s. 84
(9) a.g.e. s. 85-86
(10) a.g.e. s. 86
(11) a.g.e. s. 87 
(12) a.g.e. s. 87

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.