BARIŞI UNUTANLAR BARIŞIN UNUTTUKLARI
Elif Şafak
25 Eylül 2011 Pazar 09:30
Katıldığım bunca edebiyat etkinliği ve imza günü içinde bir tanesi var ki unutmadım, unutmuyorum. Yer Diyarbakır. Salon tıklım tıklım dolu. İçeride yer bulamayan edebiyatseverler için yan tarafta bir salon daha açılmış son anda; mikrofonlar ve kameralar yardımıyla etkinliği oradan da takip etmek mümkün, orası da dolu tıka basa.
Gelenlere bakıyorum. Çoğu genç. Öğrenci, bürokrat, ev hanımı, serbest meslek sahibi. Kadın, erkek. Yüzlerinde merak ve heyecan, dillerinde nicedir sorulmayı bekleyen sorular. Çoğu Diyarbakırlı ama aralarında başka şehirlerden ve civar köylerden gelenler de var.
Bir sabırsızlık rüzgârı esiyor havada. Bir tuhaf telaş ve sevinç. Sanki bayram sabahı. Ellerinde kitaplar: Pinhan, Mahrem, Şehrin Aynaları, Bit Palas, Mahrem... Eski romanlarımın en eski kopyaları yeni eserlerle bir arada. Okunmaktan sararmış, elden ele dolaşmaktan hırpalanmış kitaplar dikkatimi çekiyor.
Kimileri notlar almış, defterler tutmuş okurken. Bir kadın iğne oyası yapmış benim için. Eflatun ve sarı. Bir başkası ince ince işlenmiş kibrit çöplerinden Araf yazmış. Ateş basıyor yüzümü. Bu kadar sevgi ve ilgi karşısında mahcup hissediyor, bocalıyorum. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum.
Konuşmamı kısa kesip, esas okurları dinlemek istediğimi söylüyorum. Anında onlarca el kalkıyor havaya. "Neden daha evvel gelmediniz?" diyor ilk söz alan delikanlı. "Siz biliyor musunuz burada ne kadar çok okurunuz var? Farkında mısınız bıktık biz, usandık kültürel ve sanatsal etkinliklerin hep İstanbul-Ankara-İzmir için yapılmasından. Ya biz; bizim kıymetimiz yok mu sizin gözünüzde?"
Önlerde oturan yaşlıca bir beyefendi rahatsızca kıpırdanıyor, kendisine işaret ediyorum. "Sen bizim kusurumuza bakma, paldır küldür dobra dobra konuşuruz, ama yazarları, şairleri, gazetecileri, eli kalem tutan insanları sevdiğimizden; çok birikti be evladım, birikti de ondan" diyor. Susuyor, dinliyorum. Devam etsin diye bekliyorum ama etmiyor.
Derken bir genç kız söz istiyor. Gözleri simsiyah bir deniz; dalgalı, fırtınalı, kıyısız. "Bizim hikâyemizi ne zaman yazacaksınız?" diye soruyor. "Bizim çok hikâyemiz var, hiç yazılmadı."
Elimden geldiğince, dilim döndüğünce ve hep samimiyetle cevaplıyorum tek tek her soruyu. İmzaya geçtiğimizde upuzun bir kuyruk oluşuyor masamın önünde. Hayatımın en uzun imzalarından birini yapıyorum o gün. Sadece kitaplarına birer imza ve yorum beklemekle kalmıyor, aynı zamanda sohbet etmek, anlatmak istiyorlar. Ve uzuyor saatler. Yaz sıcağında asfaltta eriyen sakız gibi esniyor zaman, gene de yetişemiyor hızımıza, yoğunluğa. Diyarbakır'ın hikâyelerini dinlemeye zaman yetmiyor.
Gün boyu gördüğüm ve gözlemlediğim kadınlar beni etkiliyor. Anne-kız, abla-kardeş, yakın arkadaş... Başı açıklar da var aralarında, başı kapalılar da. Metin, vakur, sorgulayan, düşünen, okuyan, konuşmaktan da sormaktan da geri durmayan kadınlar bunlar. Ne öyle "ezik Kürt kadını" şablonuna uyuyorlar, ne de "Doğu'nun hakkı yenmiş, geri kalmış kızları" klişesine. Kategorilere kolay kolay sığmıyor, cinsiyetçiliği kıyasıya eleştiriyorlar. En gözde meslekler: Doktorluk, avukatlık, öğretmenlik ve hayretle fark ediyorum ki, yazarlık. Ne çok potansiyel romancı, hikâyeci var aralarında.
★
Bu hafta Siirt'te gencecik altı kadının bulunduğu bir otomobil, PKK tarafından tarandı. Ömrünün baharında dört kadın vefat etti. Üniversite çağındalardı. Okumanın, meslek edinmenin, çalışmanın, severek nişanlanmanın, evlenmenin, anne olmanın dönemecinde. Uzun namlulu silahlarla tarandılar. Yegâne "suç"ları çetin bir coğrafyanın kadınları olmaktı. Fotoğraflarına bakarken, bakıp da bakamazken, hep o duru siyah gözlü Diyarbakırlı genç kadın geliyor aklıma. Ve onun sözleri: "Bizim çok hikâyemiz var, hiç yazılmadı."
Bu savaşın ivedilikle bitmesi ve yerini kalıcı, anlamlı bir huzura,"beraber yaşama sanatı"na bırakması hepimizin ortak temennisi değil sadece, aynı zamanda alnımızın borcu. Evet, çocuklarımıza ve torunlarımıza borçluyuz bunu. Şiddetten, baskıdan, silahlardan, ötekileştiren uygulamalardan, aşırı söylemlerden hiçbir kesime, zümreye ya da sınıfa hayır gelmedi bugüne değin. Hiç olmazsa bunu görebilecek kadar ders almış olmamız lazım geçmişten, geçmişin hatalarından. Diyarbakır'da, Siirt'te, Batman'da, Hakkâri'de gencecik kadınlar, siviller, hikâyeler ölmesin istiyorsak:
Barış hemen şimdi. Karşılıklı yumuşamak, olgunlaşmak ve toplumsal uzlaşı en acil, en ertelenemez ihtiyacımız. Barış hava gibi, ekmek gibi, su gibi; onsuz olmaz, eksikliğinde hayat da umut da yeşermez ki.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.