22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

BARIŞA DAİR BİR HİKÂYENİZ OLSUN

Orhan Miroğlu

24 Ekim 2011 Pazartesi 02:50

“Şırnak’ta güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölen PKK’nın şehir yapılanması KCK Konsey üyesi de olan Emrah Bayer memleketi Van’ın Başkale İlçesi Atlılar Köyü’nde toprağa verildi. Teröristin babası Rıfat Bayer, ‘Ölen asker de, PKK’lı da benim oğlum. Artık yeter, barış olsun’ dedi.” (Basından, 2011)

“Ben Manuel Galan, Paris’ten. Psikanalistim. Size sade ve üstünkörü bir diyalektik öneriyorum:

Bence barış, bir başkasının hayatına duyulan sevgidir.”
Manuel Galan, bu sözleri, Evrensel Kültür Akademisi’nin, 19-20 Aralık 2002 tarihinde, Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Wiesel’in de katıldığı barış üzerine düzenlenen forumda, “salondan bir dinleyici” olarak ifade etti.

Umberto Eco
, Paul Ricoeur, Ariel Dorfman, Jorge Semprún, Bernard Kouchner gibi isimlerin evrensel barış fikrini ve dünyanın başka başka bölgelerinde birbirleriyle savaşan uluslar, mesela Yahudilerle Filistinliler, İrlandalılarla İngilizler arasında kurulması istenen barışı tartıştıkları bu forumda, Manuel Galan’ın söylediği bu sözler, barış üzerine düşünülmüş bütün kuramsal kaygılardan ve hesaplardan ne kadar da uzak ve sadedir:

“Bir başkasının hayatına duyulan sevgidir barış.”

Tarihin sessizleştirilmesinden ya da susturulmasından, toplumsal belleğin silinmesinden yana olanlar ve insanları, bir savaşın sadece trajik hikâyelerden ibaret olduğuna inandırmak isteyenler, bizi, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan savaşta, yaşamını kaybetmiş binlerce insanın hayatına sevgi duymaktan hep menettiler.

Böylece, bu sevginin belki de tek başına lanetli bir savaşı sona erdirmeye yetecek o kuşatıcı sıcaklığından bütün bir toplumu, bütün bir halkı mahrum bıraktılar.

Durup dururken dağa çıkmış “vatan haini” gençler vardı hep ve bu gençlerden vatan toprağını kurtarmaya yemin etmiş Mehmetler ya da Mehmetçikler. Bize anlattıkları bu hikâyeye inanmamızı istediler ve olup bitenlerle alakalı bilgi edinme hakkımızı bile akla hayale gelmez bin bir yöntemle engellediler. Çünkü başkalarını tanımanın, keşfetmenin, sonra da sevmenin, ebediyen sürmesini istedikleri şiddetin gerçek panzehiri olduğunu biliyorlardı. Kabul edelim artık. Onlara yenik düştük. Ne yüzü bombalarla tanınmaz hale gelmiş askerimizin, kendisini hastane odasında ziyaret eden komutanından, kaybettiği gözlerini geri isterken, parçalanmış dudaklarının arasından yayılan sese yüreğimizde bir yer açtık ne de Gabar ya da Cudi dağlarında donarak ölen ve bir mezar hakkı bile olmamış gençlerimizi tanımanın, bilmenin sorumluluğunu paylaştık.

Tıpkı geçmişte akıp giden yıllardan sonra alıştığımız gibi; ilk şaşkınlığını yaşadıktan sonra, bugün de yavaş yavaş alışıyoruz artık, her gün bilmediğimiz, tanımadığımız insanların hayatını kaybetmesine. Alıştıracaklar bizi yeni bir trajediye, yeni bir zulme ve hiç kuşkunuz olmasın, bir süre sonra, ateş sadece düştüğü yeri yakacak. Hep böyle olmadı mı ve böyle değil miydi zaten? Zulme, işkenceye, savaşa alışılmaz diyenler yanılıyorlar. İlk şaşkınlık ve ilk acıdır önemli olan, sonrası ise kayıtsız bir tedirginlikten ve hayıflanmadan başka nedir ki? Daha dün sayılır, çok yakın bir tarihte, bu kayıtsızlığı bulaşıcı bir körlük gibi benimseyerek, her gün, her saat, on binlerce insanın, 15 yıl boyunca, hayatının sona ermesinin ve yüz binlercesinin yurdundan, toprağından koparılarak, adını bile duymadığı, bilmediği kentlerin varoşlarında şerpeze olmasının sessiz tanıkları haline getirilmedik mi?

Siyasal bir seçenek olarak ya da siyasal amaçların ve hakların garantisi gibi sunulan şiddete inanmıyor artık kimse.

Haklarımızı ve haklılığımızı savunmanın bir yığın yolu ve yordamı var.

Daha dün, Kürtler ve Türkler arasına cesetlerden örülen duvarlar bütün heybetiyle hâlâ toplumsal geleceğimizi tehdit ediyorken, kimse bizi dağlardan toplanacak yeni cesetlerden, yeni duvarlar örmenin faydalı olduğuna inandırmaya kalkışmasın.

Omuzlarımız yoruldu, yüreklerimiz burkuldu, kan ağlıyor içimiz, ayaklarımız artık yeni duvarları ve yeni tabutları taşıyamaz.

Onurumuz hele, onurumuz ve vicdanımız böyle bir acıya, böyle bir felakete bir daha katlanamaz.

Şiddetin sürekliliğine ve kutsallığına inanmıyoruz.

Hiçbir vatan toprağı, hiçbir ulusun, hiçbir sınıfın çıkarı, bir sevgilinin gözlerine dalıp gitmeye ne fırsat ne vakit bulabilmiş ve bedeni kurşunlara hedef olduktan sonra, belki de sadece kod adıyla anılacak olan “isimsiz” bir gencin ya da bir Mehmetçiğin hayatından daha değerli değildir.

Bu hayatlara saygı duymakla başlar, politik özsaygısı insanın.

Bu özsaygı yoksa, hiçbir amaç, hiçbir hedef kutsal değildir; asıl olan hayattır, hayatın kendisidir.

Onu savunmaktır onur, bile bile kaybetmek ise, hiç değildir.

Kimse taraflardan birinin zayıfladığını, bunun için korkularını, endişelerini yenemediğini düşünmesin.

Ariel Dorfman
’ın Şili’de toplumsal barışı yorumlarken söylediği şu sözlere kulak vermenin zamanıdır:

“Zayıf olan taraf onurunda ve direnişinde, korkularını yenmekte ısrar ettiği sürece, bariz şekilde güçlü olan taraf ise zaten sahip olduğu üstünlüğüyle kasılmaktan vazgeçtiği ve kendisine karşı çıkılmasına izin verecek cürete sahip olduğu sürece savaşın önüne geçilebilir.”

Ariel Dorfman’ın öne çıkardığı saygı ve kabulün egemen olduğu bir Türkiye düşünmek bu kadar mı zor?

Çatışmanın ve şiddetin kapımıza yeniden dayandığı bu günde, birbirimize anlatacağımız ve paylaşacağımız barışa dair birer hikâyemiz hiç olmayacak mı?

Varlığını kabul ederek ama bitmesini de korkunç arzu ettiğim suskunluğa belki bir cevap olmasını dileyerek, yazıyı barışa dair bir hikâyeyle bitirmek istiyorum:

Kinyas Kartal
, Van’da, büyük bir aşiretin lideriydi.

Oğlu, bir tarihte, iş ortağı ve yakın arkadaşı olan biri tarafından sekiz yerinden kurşunlanarak öldürüldü. Kinyas Ağa, cinayetin işlendiği tarihte Ankara’daydı. Oğlunun ölüm haberini alınca, Van’a hareket etti. Aşiret toplanmış, yas tutuyordu. Taziye evinde binlerce insan, Kinyas Ağa’nın dudakları arasından çıkacak bir emri bekliyordu. Van Gölü kadar büyüktü insanların öfkesi. Kinyas Ağa, onu bekleyen ve ne diyeceğini merak eden aşiretinin insanlarına dönüp dedi ki:

“Ey cemaat, benim bir oğlum, bir oğlumu öldürdü. Ölen oğluma rahmet dilemekten başka yapacak bir şey yok, öbür oğlumu kurtarmaya bakalım, hepimizin başı sağolsun..”
(Radikal, 10.7.2005)

Sevgili okurlar bu yazı altı yıl önce yazıldı.

Bir oğlumuz, bir oğlumuzu öldürmeye devam ediyor hâlâ..

Kürt ve Türk siyasetçiler, öldüreni oğlundan ayırmayan, onu da kendi oğlu sayan aşiret kültürünün değil ilerisine geçmek, kıyısına bile yanaşamadı maalesef..

Benim içimdense şunu demek geliyor bugün:

Ey,
Ölümlerden sonra ekranlara üşüşen tecrübeli ve emekli askerler,

Ey,
PKK, terör ve güvenlik uzmanları,

Ey,
Hayatında hiç savaşmamış, ‘devrimci halk savaşının’ teorisyenleri,

Ey,
Etrafındaki cesetten duvarlara gözünü ve vicdanını kapamış, iktidar hırsıyla gözü dönmüş siyasetçiler,

Ey,
Bir kan gölünün ortasında iktidar talep edenler!

Sizler!

Bilgilerinizin, deneyimlerinizin, siyasetinizin ve teorilerinizin hiçbir işe yaramadığını görmüyor musunuz?

Allah aşkına biraz susun!

Susun ki, önce; ölmek ve öldürmek için sırada bekleyen oğullarının hayatını kurtarmak, ve sonrasını da kardeşçe konuşmak için, bu halk, kendinde bir mecal, bir takat bulsun.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.