BARIŞ SÜRECİ VE HALKLARIN GELECEĞİ
Günay Aslan
29 Haziran 2013 Cumartesi 08:38
1917 yılının yaz aylarında 1. Dünya Savaşı’nın en çetin zamanları yaşanıyor.
Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun oluşturduğu İttifak Devletleri’yle, İngiltere, Fransa ve Rusya üçlüsüne sonradan katılan İtalya’nın içinde yer aldığı İtilaf Devletleri arasında kıran kıran bir savaş sürüyor.
Savaşın en şiddetli bu aşamasında Osmanlı ordusunun Genelkurmay Başkanı Enver Paşa, Afrika’daki birliklere gizli bir telgraf gönderiyor.
Telgrafta Osmanlı sınırları içindeki Alman birliklerine bundan böyle hareket izni verilmemesi, ayrıca Trablusgarp’ın derhal boşaltılması ve İtalyanlara bırakılması emrediliyor.
Resmi tarih bundan pek söz etmiyor ama, bu telgraf savaşın en çetin zamanında Osmanlı’nın saf değiştirdiğini gösteriyor.
Nitekim Osmanlı ordusu Almanların hareketlerini sınırlamakla kalmamış, Trablusgarp’ı da savaşmadan İtalyanlara bırakmış ve böylece Akdeniz’e çıkmaya çalışan Almanların önü kapatılmıştı.
Osmanlı 1917 yılında İngiltere’yle gizlice uzlaşmıştı. Uzlaşmanın kapsamlı ve kalıcı olduğu savaş bittikten sonra ortaya çıktı.
Enver Paşa başta olmak üzere bütün rakipleri tasfiye edilen Mustafa Kemal’in de önü bu sayede açıldı. 1919 yılında Samsun’a da bu nedenle çıkarıldı.
İngiltere’nin amacı Anadolu’da kendi çıkarlarına hizmet edecek ‘tampon’ bir devlet kurmaktı. Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulacak yeni devletin misyonu bu olacaktı.
Türkiye’yi bu amaçla daha savaş yıllarında kendine bağladı. İngiltere’nin Sovyetler Birliği’ne karşı ‘tampon’ olarak kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış siyaseti de buna uygun olarak hazırlandı. Bu yüzden Anadolu’da normal bir devlet değil, ‘devlet’ adı altında bir ‘özel savaş’ aygıtı yaratıldı.
Türkiye bu yüzden son yüz yılı içeride halklarla çatışarak, dışarıda ise Batı adına ‘karakol’ görevi yaparak geçirdi.
Soğuk Savaş’ın sonra ermesiyle birlikte bu misyon bitti ancak Türkiye yine de kendi kaderini eline alamadı.
Ne parçalanmış iradesini birleştirebildi; ne de içeride başta Kürtler olmak üzere halklarla sürdürdüğü savaşı bitirebildi.
Türkiye küresel çağla birlikte kaybettiği önemini yeniden kazanmak amacıyla Orta Asya’ya yöneldi. Oradaki etnik, dini ve kültürel bağları kullanarak kendine yeni bir stratejik önem inşa etmeye çalıştı.
Ne var ki yeterli ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel birikime sahip olamadığı için bunu yapamadı. Oradan eli boş döndü ve bu kez Avrupa Birliği üyeliğine odaklandı.
Ancak Avrupa onu eşit bir partner olarak görmek istemiyordu. Avrupa Türkiye’ye verdiği ‘bekçilik ve çöpçülük’ görevi küresel dönemde de sürsün istiyordu.
Türkiye de üyelik için gerekli olan adımları atmıyor, içerideki özel savaş rejimini tasfiye etmeye yanaşmıyordu. Sonunda ortak bir yol bulundu. Almanya’nın başını çektiği Avrupa, Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’ önerdi; Türkiye de ‘istemem ama, yan cebime koy’ dedi.
Bu durum bir süre devam etti ve iki tarafın da işine geldi.
Derken devreye Amerika girdi. Amerika Irak’ın işgaliyle birlikte Ortadoğu’daki statükoyu ve yerleşik dengeleri altüst etti.
Kürtlerin inkarına ve Kürdistan’ın paylaşılmasına dayanan statükonun çökmesiyle birlikte Türkiye’nin varlık krizi daha da derinleşti. Son 20 yılı da bunun gel-gitleriyle geçirdi.
Bölgede dengeler; şartlar ve saflar değişti. Türkiye de safını değiştirdi. 2003 yılında Kürdistan meselesi yüzünden İran, Irak ve Suriye’yle birlikte bölgesel bir cephe inşa etti.
Ancak Amerika kafasına çuval geçirince bunda ısrar edemedi. 2007 yılında yeniden saf değiştirdi. Bu kez Amerika’nın yanında İran, Irak ve Suriye’nin karşısına dikildi.
Bu arada yine Amerika’nın yönlendirmesiyle Güney Kürdistan’a ‘açılım’ gerçekleştirdi ve bunu giderek resmi politika haline getirdi.
5 yıla yakın bir zamandır da kendi Kürtlerine (kuzey) dönük bir ‘açılım’ deniyor. Ancak bunu da bir türlü tamamlayamıyor.
Bir; iktidarın (AKP) anti-demokratik ve hegemonik siyasi kodları buna izin vermiyor. İki; iradesi parçalanmıs Türkiye’yi vesayet altına almış Avrupa bunu istemiyor.
Zira, Türk-Kürt ittifakı Ortadoğu’daki Avrupa lehindeki dengelerin değişmesi anlamına geliyor, bu yüzden istenmiyor.
Tabii Türkiye’nin de bundan başka bir şansı bulunmuyor. Zorlansa da kendini bu istikamette yürümeye mecbur hissediyor.
Fakat yürüdükçe de iç ve dış tepkiler de yükseliyor. Paris suikasti, Reyhanlı katliamı ve Gezi Parkı eylemleri bunu gösteriyor.
Ayrıca daha düne kadar Erdoğan’ı ‘demokrasi kahramanı’ ilan eden ve ona ‘hoşgörü ve tolerans’ ödülü veren Avrupa’nın bugün onun ipini çekmesinin nedenini de burada aramak gerekiyor.
Demek istediğim; iç ve dış gidişat, Türkiye’nin geleceğinin Kürtlere ve Kürdistan’a bağlı olduğunu gösteriyor.
Türkiye bir sabah uyandığında ya Erdoğan’ın saf değiştirdiğini ya da devletin onu bir kenara çektigini ve her seyi sil baştan ettigini görebilir. Olmaz olmaz demeyin bu ülkenin kuruluşundan bu yana işler böyle yuruyor.
Halkların demokratik iradesine dayanmadığı sürece böyle gidecek.
Dolayısıyla halkların kendi kaderlerine sahip çıkması gerekiyor. Bunun da yolu barış sürecinden geçiyor. İmralı’da başlatılan süreç ezilen halklara özgür ve ortak bir geleceğin yaratılması yolunda hayati bir fırsat sunuyor. Bunun değerlendirilmesi, ezilenlerin bu sürece sahip çıkması gerekiyor.
Bugün Brüksel’de bu anlamda tarihi bir adım atılıyor. Avrupa’da yaşayan Anadolu ve Mezopotamya’dan gelmiş bütün kadim kimliklerin temsilcileri Barış ve Demokrasi Konferansı’nda bir araya geliyor.
Konferansa gösterilen yoğun ilgi ezilenlerin çözüm sürecine desteklerini ve bu yönde güçlü bir irade sergilediklerini gösteriyor. Bunun siyasal bir alternatife dönüştürülmesi, halkların her türlü manipülasyondan uzak gerçek demokrasi cephesinin kurulması gerekiyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.