‘BABA BİZ YABANCI MIYIZ?’
Orhan Miroğlu
18 Haziran 2012 Pazartesi 06:16
Musa (Anter) Ağabey’le beraber vurulduğumuz 1992 yılının 20 eylül günü, benim ve çocuklarımın hayatı birden bire ve hiç beklemediğimiz bir zamanda değişti.
Hiwa üç, Zerdeşt bir yaşındaydı.
Diyarbakır’ı sedye üstünde ve yaralı hâlde terk ettim. Ben hastanedeyken, babam gidip evin eşyalarını yükledi ve Ankara’ya taşındık.
Yirmi yıldır bu şehirde yaşıyorum.
Hiwa bu yıl üniversiteyi bitiriyor. 30 haziranda mezuniyet töreni var.
İlkokula Ankara’da başladı, Üniversiteyi İstanbul’da bitirdi.
Çocukluk yıllarında adı başına bela olmuştu. Bazen okuldan eve ağlayarak gelirdi.
Sınıftaki arkadaşları Hiwa’nın adına bir anlam veremiyorlardı, veremeyince de onun bir yabancı olduğuna hükmediyor ve ona bazen “Hiwa siz yabancı mısınız” diye de soruyorlardı.
Çocukların sorusunda yadırganacak bir şey yoktu aslında.
Ne yapsınlar, bu çocuklar da, tıpkı anne babalarının inandığı gibi, Türkiye’de Türkler’den başka bir halk Türkçeden başka bir dil olmadığına inanıyorlardı.
Adı Hiwa olan bir çocuk bu durumda kaçınılmaz olarak onun yaşındaki çocukların gözünde bir yabancıya dönüşüyordu.
Hiwa Kürt olduğunu, isminin anlamını filan biliyordu tabii, ama doğrusunu isterseniz, Hiwa da bir ara yabancı olabileceğimize iyice inanmıştı ve arkadaşlarının ona sorduğu soruyu o da gelip evde bana soruyordu:
Baba biz yabancı mıyız?
İşi fazla karıştırmamak adına kısa cevaplar veriyordum Hiwa’ya:
Hayır kızım biz yabancı filan değiliz, bu ülkede yüzyıllardır yaşamakta olan bir halkın mensuplarıyız.
Hiwa o yıllarda adını hiç sevmedi, bu adı bana neden koydunuz diye ağladığı zamanlar oldu.
Ta gençlik yıllarına kadar adıyla hiç barışık değildi.
Şimdi adını çok seviyor. Fakat Kürtçe konuşmayı da bilmiyor. Ankara’da değil Diyarbakır’da büyüseydi bilecekti muhtemelen, ama ne kadar bilecekti o da belli değil.
Oysa Hiwa’nın annesi Arapça babaannesi de hem Kürtçe hem Arapça biliyordu.
Bu durumda Hiwa dil bakımından annesine göre bir, babaannesine göre iki kez yoksul sayılır.
Diyeceğim annelerin, anadilin hayatta kalması için gösterdiği gayretin galiba sonuna geldik.
Çünkü bu gayretin artık bu küresel çağda ve devletin bilinçli asimilasyon politikaları izlediği bir dönemde kıymeti harbiyesi yok pek.
Devletin taşın altına elini koyması lazım.
Hâli vakti yerinde Kürt ailelerini bir yana bırakalım.
Onların Kürtçe öğrenme merakı daha çok yeni, ama Mersin ve İstanbul varoşlarında, Diyarbakır Bağlar’da büyüyen savaş mağduru çocukların çoğu Kürtçe bilmiyor.
Dolayısıyla hükümetin, Milli Eğitim müfredatına yüz yıllık asimilasyon ve inkârdan sonra seçmeli Kürtçe dersi koyması ileri bir adımdır.
Eğer Kürt sivil toplumu, Kürt aydınları, Kürt siyasi partileri, muhalefet etmezlerse, hükümetin altyapı çalışmalarına destek verirlerse bu iş başarıya ulaşır. Ama tersi olursa hem hükümetin hem halkın şevki, heyecanı biraz daha kırılır, zayıflar ve yazık olur..
Gelin destek verelim bu işe, ama kim her ne talep ediyorsa bu talep için de mücadelesini durdurmasın.
Güney Kürdistan’da, Avrupa’daki Kürt diyasporası içinde durum nedir tartışmalıyız.
Türkiye’nin bu önemli tercihini dünyadaki başka Kürtlerin deneyimiyle karşılaştırmalı bu deneyimlerden yararlanmanın yollarını aramalıyız.
Mahmut Övür, Berlin’de 50 bin Kürt var ama Kürtçe öğrenmek için devlete başvuru yok diye yazdı.
Başka Avrupa ülkelerinde durum nedir çok bilmiyoruz. Ama Berlin örneğinin ortaya koyduğu gibi, Avrupa’daki Kürt diasporası belli ki, Kürtçeye değil, siyasete yatırım yapmış.
Lakin eğer siyasetin yanı sıra dile ve kültüre yatırım yapılsaydı, kırk yıl içinde en azından Avrupa ülkelerinde, Kürtçe eğitim veren Kürt sermayedarlarının kurduğu birkaç üniversite hatta Kürtçe olimpiyatları olmaması için hiçbir sebep kalmazdı..
Türkçe Olimpiyatları’nı stadyumlardan izleyemedim. Ama televizyonda o güzelim çocukları izlerken gözyaşlarımı tutamadım. Çok duygulandım, çünkü Türkçe benim de dilim, konuştuğum, düşündüğüm ve yazdığım bir dil. Ait olduğumu hissettiğim bir dil.
Ama Türkçe Olimpiyatları’nı seyrederken aynı zamanda büyük bir hüzün duydum.
Türkçeyi bu kadar çok sevmeme rağmen, şu mağdur mu mağdur anadilim adına, yani, Kürtçe adına Türkçeyi kıskandım ve hüzün duydum.
Bana kalırsa biz Kürtler, “ya herrü ya merrü” diyecek durumda değiliz.
Kültürel ve dilsel bir kırımın içinden geliyoruz. Cılız da olsa, bu kırımın sonuna yakılan bir mum ışığını, nefeslerimizle üfürüp söndürmeye hakkımız yok.
Bırakınız aynı sınıfa giden Türk ve Kürt çocukları birbirlerini bu yeni adımla beraber, bambaşka zaviyelerden ve yeniden keşfetmeye çalışsın. Aynı sınıfta okuyan bu çocuklar birbirinin dillerine alışsın. Bu kaynaşma ve yeniden keşfetmenin yaratacağı duygusal, saygılı ortamlar toplumu sarsın, etkilesin ve düşündürsün.
Bırakın Kürtçe seçmeli de olsa, Türk ve Kürt çocuklarının arasına tedavüle girsin bir kere!
Binlerce okulda, Kürt-Türk milyonlarca çocuk, birbirlerine her sabah “roj baş heval!” demeyi öğrensin.
“Siz yabancı mısınız” sorusu tarihe karışsın artık..
İnanın ne seçmeli ders bir devrimdir ne anadille eğitim.
Asıl devrim, Kürtçe ve başka dillerde seçmeli ders programlarının milyonlarca eve girecek olması, bunun yaratacağı yeni iklim, yeni zihniyet, yeni ortamdır.
Bu “devrimin” yüzyıl sonra olacağı tuttu, önüne geçmeye çalışmak niye?
Anadille eğitim talebi, illaki seçmeli dersi ret etmekten mi geçiyor?
Seçmeli ders ret edilmeden, anadille eğitim mücadelesi verilemez mi?
Kürt siyasi partileri maalesef, bu konuda redde dayalı ulusal bir mutabakat sağlamış gibi görünüyorlar.
Kimse kimseden geride kalmış görünmek istemiyor anlaşılan.
Kürt siyasi mücadelesinde şiddetin ve silahlı mücadelenin koşulsuz terk edilmesini istedim.
Hükümetin açılım politikalarını ve reform adımlarını destekledim.
Bedeli ağır oldu..
Şimdi de, Kürt siyasi partilerinin, anadille eğitim talebini destekliyor, ama kusura bakmasınlar seçmeli dersi reddetmelerini de çok yanlış buluyorum..
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.