24 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara1°C
  • İzmir7°C
  • Berlin3°C

AYRILMANIN DA BİR ADABI VAR

Serdar Kaya

29 Ocak 2012 Pazar 00:45

Geçen pazar Quebec’teki ayrılıkçı hareketten söz etmiş ve Kanada’daki tartışmalarda, “Quebec ayrılırsa, diğer eyaletlerdeki Frankofonların başına neler gelir”, “Quebec’te yaşayan Anglofonların hakları ihlal edilir mi”, “Nüfus mübadelesi yapılır mı”, “Annesi Frankofon babası Anglofon olanlar ne olacak” gibi soruları pek kimsenin sormadığını belirtmiştim. Türkiye’de ise, Kürtlerin ayrılması söz konusu olduğunda bu gibi sorular liberal olarak nitelendirilen yorumcular tarafından bile sorulabiliyor.

Gülay Göktürk’ün soruları

Gülay Göktürk, 31 Aralık 2011 tarihli yazısında, demokratik bir sistemde Kürtlerin ayrılma konusunda referanduma gitmeye hakları olduğunu belirtmekle birlikte, bu hakkın pratikte çok fazla anlam ifade etmeyeceğini ileri sürüyor. Çünkü, Göktürk’e göre, ayrılma sürecine gelindiğinde, taraflar, cevaplandırılması çok zor olan bir dizi soruyla karşılaşacaklar. Bu sorulardan bazıları şöyle:

(1) “Hiç kimsenin nüfus kâğıdında Kürt ya da Türk yazmadığına göre, kimler oy kullanacak bu referandumda? Çizilen Kürdistan sınırları içinde doğanlar mı? O sınırlar içinde yaşayanlar mı? Anadili Kürtçe olanlar mı? Yoksa kendini Kürt olarak beyan edenler mi? ... Kürt anadan Türk babadan doğanlar (ya da tersi): dörtte bir, sekizde bir oranında Kürt olanlar kendilerini ne sayacaklar?”

(2) “Kürtlere ‘Türklerle ayrı mı yoksa birlikte mi yaşamak istiyorsun’ sorusu soruluyorsa, hakkaniyet gereği, aynı sorunun Türklere de sorulması gerekmeyecek mi? Sandıklar Kürtlerin ‘birlikte yaşamak’ istediğini ortaya koyarken Türklerden ayrı yaşama isteği çıkarsa o zaman ne olacak?”

(3) “Sandıktan ayrılma çıkarsa, nüfus mübadelesi mi yapılacak? Nüfus mübadelesine kalkışılırsa, acaba kaç yüz bin aile parçalanacak?”

Bu sorulara demokrasi çerçevesinde verilecek herhangi bir cevap yok. Çünkü verilecek her cevap, uygulamaya döküldüğü an uluslararası hukuka göre suç teşkil edecek nitelikte.

Nüfus mübadelesi

Nüfus mübadelesi konusunu ele alalım. 1923 yılında Yunanistan ile Türkiye arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinden bu yana dünya çok değişti. Devlet eliyle nüfus mübadelesi, uluslararası hukuka göre artık bir suç. Hatta bu suç, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin belirlediği “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” arasında yer alıyor.

İnsanlar kendileri isterlerse, bir yerden diğerine elbette göç edebilirler –hatta bu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan bir hak. Ama devletin insanları göçe zorlaması ve gerek kimliklerinden ötürü gerekse başka nedenlerle onları kendi uygun gördüğü coğrafyalara yerleştirmesi gibi uygulamalar, kendileri adına kararlar alınan insanların hukukunun hiçe sayılması anlamına geliyor.

Hâlbuki, 1914, 1915, 1923, 1937, 1964 ya da (bindirilmiş kıtalar vasıtasıyla dolaylı olarak “halledilen”) 1934 ve 1955 gibi etnik temizlik örnekleri, hâlihazırda zaten Türkiye’nin tarihinde birer kara leke durumunda. Bir yandan bu gibi örneklerle yüzleşmeyi reddederken, diğer yandan aynı doğrultudaki yeni “macera”lardan söz etmek, gerek ülkenin kendi tarihinden gerekse insanlığın bugün geldiği noktadan pek bir şey öğrenilmemiş olduğunu ima ediyor.

Sonsöz

Gülay Göktürk etnik temelli yaklaşımlara mesafeli olan bir yazar. Dolayısıyla, yukarıdaki soruları, Kürt milliyetçilerine yönelttiği için bu eksende sorduğunu zannediyorum. Ancak, ilgili politikaları sadece pratikte uygulanamaz oldukları için eleştirmek yine de hatalı. Çünkü, özgür bir ülkede, bu türden politikaların, hayata geçirilmeleri çok kolay olsa bile uygulanmaları düşünülemez. Yani asıl sorun, böyle soruları hâlâ sorabiliyor olmakta.

[Önümüzdeki pazar, Gülay Göktürk’ün sorularını değerlendirmeye devam edeceğim.]

Ece Temelkuran ve Hrant Dink notu

Ece Temelkuran’ın The Guardian’da “Türk Gazetecileri Çok Korkuyor –ama bu yıldırma ile savaşmalıyız” başlıklı bir yazısı yayımlandı. AKP ile özgür düşünen gazeteciler arasına yapay denebilecek derecede keskin bir çizgi çizen yazıya, Hrant Dink’in AGOS önündeki üzeri örtülü fotoğrafı da eşlik ediyor. Türkiye’nin gerçeklerini yakından bilmeden yazıyı okuyan birinin Dink’in AKP tarafından sindirilen gazetecilerden biri olduğunu (ve hatta AKP tarafından öldürtüldüğünü) düşünmesi işten bile değil. Temelkuran’ın yazısını neden bu şekilde kurgulamayı tercih ettiğini bilemiyorum. Ama Hrant Dink’in adının ve fotoğrafının bu şekilde istismar edilmesi epey rahatsız edici.

Hrant Dink, maalesef, giderek bir imge (ve hatta bir marka) haline geliyor, getiriliyor. Bu imge, kişisel savaşlara ve siyasi aktivizme araç kılındığı ölçüde temsil ettiği gerçeklikten de uzaklaşıyor.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.