AYNI ANDA ÜÇ ZAMAN
Ali Bayramoğlu
14 Aralık 2013 Cumartesi 08:46
Ülkeyi bu denli sahici ve sert sorunların kuşattığı bir dönemde, siyasete, siyasetçiye, muhalefete, siyasi iktidara bakıp, bir ölçüde geriye çekilip bir şeyler söylemek ne kadar mümkün?
Türkiye, hâlâ üç farklı 'tarih' zamanını bir arada yaşayan bir diyar.
İnsanın 'ruhunu' kurtarmaya yönelen modernlik bir anlamda ve bir noktada kavgasını sürdüren 'düşünce' bu topraklarda hâlâ çok güçlü.
Öte yandan, insan neslini kurtarma adına ilerleme, yani gelecek fikri üzerine oturan, ilan ettiği seferberliğe, tarih yürüyüşüne herkesin katılmasını zorunlu kılan, en önemlisi geleceği kurmak için bugünü feda etmeyi tabulaştıran 'modernite zihniyeti' bu ülkenin ideolojik genlerini oluşturmaya, sorunlarını yönlendirmeye alabildiğine devam ediyor.
Ama bunların yanında 'katıksız zamanı', modernlik sonrasının 'ertelenmemiş şimdiki an'ını da yaşıyoruz. Kültürlerden değerlere, devletlerden fikirlere modern çağın inkâr ettiği 'ölümlülüğü' taşıyor ve sıradanlaştırıyoruz.
Geleceği değil, şu anı talep ediyoruz.
Daha da öte; evde, sokakta, televizyonda, fikirde, ilişkide 'şimdiki zamanın çoğulculuğu'nu tüketiyoruz.
Kültürel talepler, kimlikler, inançlar şimdiki zamanın özgürlük ve yaratıcılık arzuları olarak karşımızda.
Yarın birlikte mutlu olacağız, daha gelişmiş, daha demokratik olacağız söylemi, ütopya karşılıksız artık...
Ama keşke yaşadığımız, en azından, bu farklı zamanların çoğulculuğu olsaydı...
Oysa tüm iç içe girmişliklerine rağmen onların kavgasını soluyoruz...
Siyaset krizlerinden zihniyet tıkanıklığına hemen her yerde, ülkenin hem kendisi ile hem tam demokrasi ile buluşmasını engelleyen bu kavganın ardında ne yatıyor?
Neden kural ile çıkar, fayda ile değer arasında orta noktayı bulamıyoruz?
Bu açıdan ataerkil bir kültüre bir mesele olarak işaret edebilir miyiz?
Öyleyse neden ataerkiliz biz?
Her şeyi takdir ve arz üzerine yapmayı adap, edep, siyaset kabul ediyoruz...
Neden siyaseti, ekonomik, sivil, benzeri değerler ve kategoriler içinde tepeye yerleştiriyoruz?
Toplumu siyasete hapsediyoruz?
Neden her düzeyde idare ve siyasetten kendi özel alanımızı büyütmeyi anlıyor, bunu yapabilmek için ait olduğumuz toplumsal ve ekonomik çevrenin yaşam alanını kuralsızca, keyfice genişletmeyi şiar ediniyoruz?
Neden bu ülkede birey haklarından, hukuktan sadece mağdurlar söz eder?
Egemenler ya da sonradan egemen olanlar hep merkezci, devletçi olurlar?
Peki birey hakkından söz eden mağdurlar, nasıl olur da hep bireysiz bir kamu düzeni söylemini yüceltirler, karşıtları ise farklılaşmayı reddeden insansız bir çağdaşlık söylemi tuttururlar?
Farkında mısınız onlar birbirlerine ne kadar benzerler?
Modernlikte bile, bu anlayışın iki temel unsurundan birini, merkezileşmeyi benimseyen; diğerini, bireyi ve farklılaşmayı yok sayan bir ideolojik yırtılmanın çocukları değil miyiz, biz? Soyuttan nefret eden somutçu, reçeteci zihinlerimize egemen olan garip bir köken mitolojisinin, türlü köktenciliklerin temelinde biraz da bu yatmaz mı?
Sorular, sorular...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.