21 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır13°C
  • Ankara14°C
  • İzmir20°C
  • Berlin3°C

ARAPLAR, FİLİSTİNLİLER VE SAVAŞ ETİĞİ

Şefîq Pêşeng

09 Eylül 2014 Salı 01:14

Uluslararası Kriz Grubu(ICG), son raporlarının birinde Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra tarihin kayıt altına aldığı, şiddetin en yoğun, en acımasız ve en geniş bir coğrafyada görüldüğüne tanıklık ettiğimize işaret ediyor. 

Savaş ve şiddetin hakim olduğu coğrafyanın çok önemli bir alanı nüfus olarak Müslüman toplulukların, ardından da Arapların çoğunluk olduğu alanlardır. Nedeni ne olursa olsun, savaşın da bir etiği vardır. Neki günümüzde özellikle dini motivlerle ve  siyasi İslamcılarca yürütülen savaşın, savaşların hiçbir insani ve etik değere tekabül etmeyen, çok acımasız bir tarzda yürütüldüğüne şahit olmaktayız. Şüphesiz bu ahlaksızlığın derin tarihsel, kültürel ve dinsel bağları var. 

Daha fazla ayrıntıya girmeden, bir çok Kürdün insanlığın başına tam bir bela olan İŞİD` çe hunharca katl edilen kardeşlerine, ağlama yerine Filistinli Arap 'Kardeş''lerine ağladığı şu günlerde, Filistin hareketi ile ilgili birkaç anıma değinmek istiyorum. Belirtmeliyim ki, Filistin halkının devlet olma ve kendi topraklarında özgürce yaşama hakkını da, Yahudilerin devlet olma ve kendi topraklarında güvenlik içinde yaşama hakkını da eşit ölçüde savunan biriyim. 

1980 askeri darbesi sonrası, ülkede kalma koşullarının giderek ortadan kalkması ve yeni bir mücadele sürecine hazırlıklar için, üyesi olduğum KİP/DDKD hareketinin bir çok üye ve kadrosuyla, önce Suriye`ye, oradanda Lübnan`a geçtik. Bizden önce çıkan arkadaşlar da vardı, ancak birlikte gittiğim grubun ülkeden çıkışı Şubat 1981`in ortasıdır. Bizim dışımızda bir çok Kuzey, Güney ve Doğu Kurdistanlı örgütün de üye ve kadroları hatta, dünyanın bir çok ülkesinden komünist, sol ve devrimci örgütlerin Lübnan’da ve özellikle Beyrut’ta temsilcilikleri vardı.

O yıllarda, Lübnan adeta bir işgal altındadır. Devlet otoritesi yok denecek kadar gevşek ve zayıftır. Lübnan’ın bir kısmı zaten Suriye ordusun işgali altındadır. Beyrut, Doğu ve Batı Beyrut diye ikiye bölünmüştür. Filistinli örgütler Lübnan topraklarında neredeyse iktidar olmuşlardır. Lübnanlı sağ ve sol örgütler de dahil, hangi örgüt nerede güçlüyse, orada adeta iktidardır. Lübnan halkı büyük bir haksızlıkla karşı karşıyaydı. Ülkesini başkaları yönetiyordu. Suriye askerlerinin ve Filistinlilerin hakaretlerine maruz kalıyorlardı ve çaresizdiler. Durum, Suriye ordusunun bir avuç işbirlikçileri, dışındaki Lübnanlılar için onur kırıcıydı. 

İlk gidişimizde Beyrut’ta, Türk Elçiliğinin de bulunduğu bir bölgede, Pir Hasan kampına yerleştik. Bu kamp Filistinlilerin en güçlü ve liderliğini Yaser Arafat’ın yaptığı El Fetih örgütüne aitti. Her gün, her gece saatlerce süren çatışmalar yaşanıyordu. Doğrusu kimin kiminle çatıştığını da bilmiyorduk. İlk birkaç gece, silah sesinden ve tedirginlikten yatamadığımı biliyorum. Kaldığımız kampta biz ve az sayıda Filistinli dışında bir grup daha vardı. Aynı kampta kalıyor olmamıza, çadırlarımız arasında 10-15 metrelik bir mesafe olmasına rağmen, bu alman grupla bir ilişkimiz yoktu. Yemeklerimizi ayrı yiyiyor, eğitimlerimizi ayrı yapıyor, nöbetlerimizi ayrı tutuyorduk. Filistinli yöneticiler, bu grubun, RAFlı(Kızıl Ordu Fraksiyonu) bir grup olduğunu ima ediyorlardı. 

Ancak bu grup üyelerinin davranışları, askeri üniformaları, biribirleriyle ilişkileri dikkatimizi çekiyordu. Kendileri ile konuşmamızı, çadırlarına yaklaşmamızı istemedikleri yönünde bir izlenim ediniyorduk. Geceleri diğerlerine nazaran daha büyükçe olan bir çadırda bir araya geliyor, birlikte televizyon ya da video izliyorlardı. Ayrıca, yine geceleri çadırlarında inleme sesleri geliyordu. Sonra bazı arkadaşlarımız, çadırlarının içinde Nazi Haçı ve Hitlerin posterlerinin asılı olduğunu gördüklerini söylediler. Bizde, bu grubun bir alman ırkçi-faşit grubu olduğu yönünde bir kanaat oluşmaya başladı. Tam da kuşkularımızın giderek yoğunlaştığı günlerde, kampın idare bölümünden çadırlarına doğru giden, ve grubun lideri olduğu izlenimi veren bir adam gördüm. Adamın siması bana tanıdık geldi. Hafızamı kısa bir yoklamadan sonra, bu adamın, biz ülkeden çıkmadan birkaç hafta önce, Hürriyet gazetesinin manşetten haber ettiği bir Nazi lideri olduğu kanaatine vardım. Durumu aynı dönemde ülkede olan ve haberi okuyan bir iki arkadaşla da konuştuktan sonra, artık kampta gördüğümüz kişinin Hürriyetin bahs ettiği kişi olduğuna emin olduk. Bu adam Karl Heinz Hoffmandı ve kamptaki ismi de Osmandı.  Hoffman Almanya’da iken kurduğu Hoffman Atıcılar  Kulübünde Nazileri örgütlemiş, adı iki Yahudi yayıncının öldürülme olayına karışınca Lübnan`a Filistinli dostlarına sığınmıştı. Artık yanıbaşımzdaki grubun bir Nazi grubu olduğuna kuşku yoktu. O kadar saftık ki, durumu Filistinlilere bildirdik. Filistinliler, bize, herşeyi bildiklerini ve merak edilecek bir durumun olmadığını söylediler. Sonradan Hoffmanın Münih Olimpiyatları baskınında, Filistinlilere yardımcı olduğunu öğrendik. Artık Nazilerle aynı kampta kaldığımız biliyor ve bu durum bizi müthiş rahatsız ediyordu. Bir müddet sonra, nedenini tam bilmediğimiz ama muhtemelen kararsızlık geçiren birine işkence yapıldığına tanık olduk. Naziler bir arkadaşlarına işkence yapıyorlardı. Önceleri o arkadaşlarına bir çadırın altında yaptıkları bir işkencehanede, sonra bir gün dışarıda ve görebileceğimiz şekilde işkence yaptılar. Bu durum kendi içimizde tartışmalara neden oldu. Durumu kabullenemeyeceğimizi söyledik. Hatta kimi arkadaşlarımız, Nazi gruba saldırıp, grubu imha etmeyi bile ciddi ciddi öneriyordu. Ancak, Filistinlilerin misafiriydik ve konumumuz böyle bir müdahale için hiçte uygun değildi. 

Bu rahatsızlığımız artık hem Nazi grup hem de Filistinlilerce açıkça his ediliyordu. Bir gün Nazi Grubun eşyalarını askeri kamyonetlere bindirdiğini gördük. Filistinliler bize grubun bir manevra için birkaç günlüğüne başka bir bölgeye gideceğini söyledi. Beyrut’ta oluğumuz sürece bu grup kaldığımız kampa bir daha dönmedi. Hoffman 1982 de, Beyrut’un İsrail güçlerince ablukaya alınmasının ve Filistin hareketinin yönetici kadrosunun Lübnan’ı terk edip Tunus`a gitmesinden sonra, Almanya`ya döndü, tutuklandı ve sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hoffmanın şimdilerde de, aralarında Kürtlerin ve Türklerinde bulunduğu 10 kişinin öldürüldüğü ve kamuoyunda ' Döner Cinayetleri' olarak anılan ırkçı saldırılarla ilgili olduğu yönünde de iddialar var. 

Beyrut’ta çevreyi yavaş yavaş tanımaya başladıktan, çarşı iznine çıktıktan sonra dikkatimi en çok çeken şey; Okulların, Kiliselerin, cami ve hastahanelerin üstlerine, avlularına veya yakınlarına kısmen doçka ve uçaksavar gibi ağır silahların yerleştirilmiş olduğuydu. Bu durum dikkatimizi çekiyor ancak, nedenini kavramakta zorluk çekiyorduk. Sonraları Filistinli örgütlerin ve ilişkide oldukları Lübnanlı sol örgütlerin, bu işi bilinçli olarak ve İsraili zor durumda bırakmak için yaptıklarını öğrenecektik. Taktik şuydu; Lübnan semalarında İsrail savaş uçakları görüldüğünde yoğun bir ateşle karşılık veriliyor, ateş edilen yerler uçakların radarına kilitleniyor, uçaklar bombaladığında da, İsrail, cami, klise, okul ya da hasta hane bombalamış oluyordu. 

Savaşın daha yoğun yaşandığı Lübnan’ın Güney`ine gidildikçe bu durum daha açık bir şekilde görülüyordu. Aynı yılın Mayısında önce Sayda`ya sonra da, Sayda ve Nebatıye şehrinin arasında ve Lübnan Ordusunun eski generallerinden, İsraille işbirliği yapan Said Hattatın kontrol ettiği tampon bölgeye 8-10 KM uzaklıkta olan Zıfte köyüne yakın bir kampa yerleştik. Saydada, şehre hakim bir tepede, Marillyas Klisesi vardı. Klise bütün arazisi, mezarlığı ve kliseye ait evleriyle kamp olarak kullanılıyordu. Klisenin içi de adeta cephanelikti. 

Zıfte kampında biz, Filistinliler ve beş kişilik Güney Yemenli bir grup vardı. Temmuz ayı ortalarında İsrail ordusu Lübnan’ın güneyine saldırdı. Savaşın başlamasıyla birlikte, biz, 15 yaşında Şıbıl dediğimiz genç bir Filistinli, Filistinli komutanımız Ebu Ali Basam ve Yemenliler kaldık. Diğer Filistinliler kaçmışlardı. Komutanımız da günde bir iki uğruyor, ihtiyaçlarımızı soruyor, sonra muhtemelen 7-8 KM yakınımızda olan Güney Cephesi Komutanlığına gidiyordu. Komutanımız iyi derecede satranç oynuyordu, bizde de birçok arkadaş onunla oynayabilecek kadar iyi satranç oynayabiliyordu. Hemen hemen her geldiğinde ve durum müsait olduğunda herhangi birimizle bir-iki parti de satranç oynuyordu. 

Diğer günlere göre nispeten sakin bir günde 14-15 yaşlarındaki oğlu ile birlikte geldi. Herhalde en son oynadığımızda onu yenmiş olduğum için, o gün benimle satranç oynamak istedi. Bir iki arkadaşla masaya oturduk. Oğlunu bize tanıştırdı. Oğlunun ismi Barzan di. İsim dikkatimi çekmiş, nereden geldiğini sormuştum. Ebu Ali 1960li yıllarda Irak ordusuna askerlik yapmış. Söylediğine göre binlerce Filistinli o yıllarda hem Irak`a askerlik yapmış hem de Kürtlere karşı savaşmışlar. Ebu Ali de Kürtlere karşı savaşmış, Kürtlerin mertliğine ve yiğitliklerine şahit olmuş. Irak ordusunun eline geçmiş yaralı ve esir Peşmergelerin nasıl öldürüldüklerine tanıklık etmiş. Peşmergenin eline esir düştüğünü söylemese de, Peşmergenin esir aldığı Filistinli askerleri, Filistinlidirler diye, Peşmergece tedavi ettikten sonra serbest bırakıldıklarını, bildiğini söyleyen Ebu Ali, vefakar davranmış ve oğluna Barzan ismi koymuş.

Elbette Lübnan’da gördüklerimizin genelleştirilemeyeceğini ve bu gün yaşanılanların yanında devede kulak bile olamayacaklarını biliyorum. Ancak örnekler ve tanık olduklarımız bize, bu ahlaksızlığın bu gün ortaya çıkmadığının ipuçlarını veriyor.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.