ANALAR AĞLARKEN EN ZOR SÖZLER
Aslı Aydıntaşbaş
06 Ağustos 2012 Pazartesi 08:19
Defalarca gördüğümüz film, bu hafta yeniden vizyona girdi. Bugün, ‘yanlış zamanlama” demeden, doğruları söylemeye kararlıyım; herkesin bilip, bir çoğunun sansürlediği doğruları
Emin olabilirsiniz ki, okumaya başladığınız yazı, günün en popüler makalesi olmayacak. En çok tıklanan, tweet’lenen, paylaşılan yazı olmayacağına da eminim.
Tam tersine; eğer bu satırlar ufacık bir ilgi görürse, o da muhtemelen sosyal medyada kızgınlığını ifade eden, beni vatansever olmamakla ya da fazla naif olmakla suçlayan okurların tepkisi olacak. Hükümet de sevmeyecek sözlerimi, PKK da... Bir tarafın hamaset, diğer tarafın romantizm kokan söylemi, yalan ve illüzyondan ibaret. Bunu söyleyince kızacaklar.
Gel gör ki, çocukluktan beri defalarca gördüğümüz film, bu hafta yeniden vizyona girdi. Şemdinli’de çatışma, operasyon, bombardıman, köy boşaltma ardından ölümler geldi. Türkiye’nin Batı’sında bir kaç yerde Türkler ve Kürtler birbirine girdi. Hakkari’de, karakol basıldı. Yine şehit haberleri geldi. Gencecik insanlar telef olurken, dağlar bombalanıyor, yollar kapanıyor, analar ağlıyor.
Oslo süreci neden bitti?
O yüzden bugün, ‘yanlış zamanlama” demeden, doğruları söylemeye kararlıyım. İşte herkesin bilip, bir çoğunun sansürlediği 3 temel gerçek:
1. Bu yol, yol değil. Terörle mücadeleyi bu noktadan sonra silahla, operasyonla kazanamayız.
2. Türkiye, Kürt meselesini çözmeden Orta Doğu’da hak ettiği bölgesel liderlik rolünü oynayamaz.
3. PKK’nın son eylemleri, Suriye’de yaşananlardan soyutlanamaz; örgüt Suriye rejimine can simidi atıyor.
Dün şehit haberleri gelince, yapılabilecek en aykırı şeyi yaptım; İnternet’e girip belki 10’uncu defa Hakan Fidan ve dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’in katıldığı Oslo görüşmelerinin tutanaklarını yeniden okudum. İçimden de bol bol hayıflanarak...
Uzun bir ateşkes dönemi sonrasında gerçekleşen Oslo süreci, aslında terör ve şiddet açısından son 30 yılın en ‘huzurlu’, en sessiz dönemine tekabül ediyor. Müzakereler, son derece profesyonel. Afet Güneş’in belirttiği gibi, arada ‘inişler çıkışlar” yaşansa da tarafları bir araya getiren “iki tarafta da çözüm iradesi bulunması.” Neyin çözümü? Sadece terör değil, açıkça Kürt meselesinin çözümü. Yani silahların gömülmesi, toplumun kucaklaşması. Peki taraflar buna yaklaşmışlar mı? Çok, hem de çok yaklaşmışlar.
Hakan Fidan için fezleke
MİT kasetlerinin İnternet’e sızdırılmasından bir yıl sonra ,Türkiye, tam da tasarlandığı gibi, bir şiddet girdabına sürüklenmiş durumda. İster akıl tutulması deyin, ister hükümete veya PKK’ya kızın; ama akınızın bir köşesinde, bu kaseti sızdırırken birilerinin tam 11 ay önce bugünleri tasarladığını unutmayın.
Şemdinli ve Çukurca’daki operasyonları, ölümleri konuşurken, bugünlere nasıl geldiğimize dair ufak bir hatırlatma:
Oslo sürecinin sızdırılmasından sonra Türkiye bir takım stratejistlerin gazıyla geniş bir tutuklama furyasın girdi, 30 yıldır iflas eden terörle mücadele doktrinine yeniden sarıldı, dağları bombaladı, televizyonları susturdu. Hakan Fidan’la ilgili ”polis fezlekesi” hazırlandı, ifadeye çağrıldı, PKK ve MİT arasında oluşan ”diyalog” sabote edildi, ”müzakere” kapıları kapandı, silahlar konuşmaya başladı. ”Analar ağlamasın” lafı bir anda yerini hamaset yarışına bıraktı.
Tabii her şey bir komplo değil. Mevcut tabloda hükümetin kusuru, PKK’nın sinsice bir oyun planı da var. Anlatayım:
Hükümet, terörün böyle çözülmeyeceğini bilse de, İdris Naim Şahin figürünün temsil ettiği anlaşılmaz bir hamasete esir düşmüş durumda. Legal siyaseti seçen binlerce BDP’linin cezaevine atılması, hafife alınmayacak bir demokrasi ayıbı. Liderlerdeki özgüven patlaması ise, işin cabası.
Kısacası bir zamanlar tarihi bir müzakere süreciyle Kürt meselesini bitirme noktasına gelen Ak Parti, bugün ‘devletçi’ zihniyete teslim olmuş görüntüsü veriyor. Güvenlik politikasını yönetenler, ”Orta Doğu’da lider olmamız için kendi Kürtlerimizle barışmamız lazım” yerine ”Eyvah bunlar Kürt Baharı yapacaklar” endişesi içinde.
Arap baharı korkusu yanlış
Vahim olan, iç ve dış politika arasındaki çelişki. Dış politikada Arap Baharı’na yönelik heyecan, içeride kendi Kürtlerimizden esirgeniyor. Bugün Mısır’da, Tunus’da, Suriye’de baskıcı rejimlerin gidip kendi insanıyla barışık yönetimlerin başa gelmesini savunmak tabii ki doğru politika.
Peki ya Kürt coğrafyası? Barzani’den adeta ‘korucubaşı’ gibi davranmasını istemek, Suriyeli Kürtlerden öcü gibi korkmak, Türkiye’de bırakın eğitim ya yerel yönetim gibi temel talepleri, Kürtlerin örgütlenme, gösteri gibi en temel haklarını çiğnemek nereye kadar?
Bu denklemin PKK cephesi, tabii ki masum değil. Esad rejimiyle geçmişe dayalı derin ilişkileri olan örgüt, bırakın Suriyelilerin özgürlük mücadelesine katılmayı, Kürtleri yıllardır inim inim inletmiş kanlı bir diktatörlükle el altından anlaşmakta beis görmedi. Bu nasıl hak arayışıdır, özgürlük mücadelesidir?
PKK Suriye’den bağımsız değil
Peki örgütün 16 yıldır denemediği ”alan hakimiyeti” taktiğini Şemdinli ve Hakkari’de uygulama kararı, Suriye’deki gelişmelerden bağımsız düşünülebilir mi? Hükümetin ”askeri operasyonlar” konusunda en yumuşadığı dönemde “devrimci halk savaşının” tırmandırılması, normal mi?
Niyeti ne olursa olsun, bu hamleler Esad rejimi için bir can simidi olmuştur. Bu yüzden de, Halep’in düşmesine beş kala, insan ister istemez, ‘Acaba amaç Türkiye’nin ilgisini Suriye’den şehit cenazelerine çekmek midir?’ diye merak ediyor....
Bütün bunları alt alta koyunca, şiddet sarmalı, kaosa sürükleniş beni korkutuyor. Esad rejimi, günün birinde elbette gidecek, Suriye özgürleşecek. Ama orada ne olursa olsun, biz her durumda kendi ülkemizdeki Kürt problemini ”barışçıl” yöntemlerle çözmek zorundayız.
Neden biliyor musunuz? Bu çağda başka türlü çözmek mümkün değil de o yüzden....
GENERALLERİN DE HAKLARI VARDIR
Sedat Ergin, Yüksek Askeri Şura’da hükümetin teklifiyle Balyoz ve diğer davalarda yargılanmakta olan 40 general ve amirali emekliye ayırmasını “Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin en büyük tastifye operasyonlarından biri” olarak tanımlamış. Az bile söylemiş.
Balyoz davasının en önemli özelliği, teknik ve mantıksal açıdan, delillerin bir kısmının sonradan ”üretildiğinin” neredeyse kanıtlanmış olmasına karşın, mahkeme sürecinin devam ediyor oluşu.
Normal bir hukuk devletinda, Balyoz davası çoktan düşmüş olurdu. Bizde ise ”Bu kadar yıl boşuna mu tuttuk?” dedirtmemek için muhtemelen bu dava mahkumiyetle sonuçlanacak. Sanıkları arasında, ”geleceğin komuta kademesi” diye anılan parlak isimler olsa da...
Bu tartışmalı davada yargılanan insanların, hayatları zaten alt üst oldu. Şimdi üniformaları da sökülüyor. Suçları henüz kesinleşmemiş, halen yargılanmakta olan ve alehte delillerin bir ”üretildiği” yolunda ciddi şüphenin oluştuğu bir davanın sanıklarının YAŞ hamlesiyle ordudan da tasfiye edilmesi, tam bir demokrasi ayıbı. Generallerin bile insan hakkı yoksa, biz sadece vatandaşlar kendimizi nasıl savunacağız? Demek ki başından beri Balyoz’un orduyu ”yeniden dizayn etmek” amaçlı olduğunu iddiaları, yabana atılmayacak cinstenmiş...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.