ALTINCI YILINDA KÜRT AÇILIMI 4
Ruşen Çakır
15 Ağustos 2011 Pazartesi 11:21
Dengir Mir Mehmet Fırat: Ret ve inkar bitti ama asimilasyon sürüyor
Her ne kadar toplantıda yer almasa da 6 yıl önceki hükümet-aydınlar grubu buluşmasının önde gelen mimarlarından biri, dönemin AKP yöneticisi ve Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’tı. Son seçimlerde aday olmayan Fırat’la hem o buluşma, hem de çok yakından takip ettiği Kürt sorunundaki gelişmeler üzerine konuştuk:
Bugünden 2005’e baktığınızda, bu süreçte konunun muhataplarının ne gibi hatalar yaptığını düşünüyorsunuz?
Birincisi Kürtlere bakmamız lazım. Kürtlerde hata nedir? Bana göre Kürtlerde çok fazla hata yok çünkü biz Kürtlerle terörü özdeşleştiriyoruz, yani “Kürt eşittir terör, terör eşittir Kürt.” Bu bakış açısından kurtulmamız lazım. O halkı bu ülkenin eşit vatandaşı olarak algılamamız lazım. Bunu algıladığımız andan itibaren, onun taleplerinin aslında çok demokratik, çok temel bir talep olduğunu, çok normal olduğunu ve esas olarak vatandaşlar arasındaki eşitlik anlayışını talep ettiklerini görüyoruz. Temel hak ve özgürlükleri ayrım olmadan talep ediyorlar. Fakat zaman içerisinde, Kürt vatandaşın sorunuyla PKK sorununu özdeşleştirdik ve bunu eşit olarak görmeye başladık. Dolayısıyla her zaman şu öneriyi getirdik: Silahlar sussun sonra hak ve özgürlükleri konuşalım. Halbuki hak ve özgürlükler hiçbir zaman herhangi bir ön şarta bağlanamaz. PKK’yı Kürtlerle eşitlerseniz büyük bir hata yapmış olursunz. AK Parti her üç Kürtten ikisinin oyunu alıyor. Bu ayrımı yapmış olsaydı, bu oran 4’te 3’e çıkardı ama ne yazık biz bunu yapamadık ve aynı hatayı yapmakta, çok temel konularda ayak sürümekte devam ediyoruz. Başbakan özellikle Güneydoğu ve Kürt bölgesindeki gezilerinde elinde bir kitabı gösteriyordu, gezdiriyordu. Bunu devletin bastırdığını söylüyordu ama şuç işliyordu çünkü halen mevcut olan yasaya göre x, w, q gibi harfler suç. Nitekim bundan dolayı bir yazar mahkum oldu. Bir dilin yasallaşması ayrı, bir dile hoşgörüyle bakmak ayrı. Mesela bir çocuğa Kürtçe isim koymak yasak değilmiş gibi gözüküyor ama aslında yasada bu mevcut. Yasak hâlâ duruyor. Buna başka bir örnek de yer isimleridir. Halen o yasak devam ediyor. Kürt isimleri konulmuyor. Bunlar 21. yüzyılda mizah konusu gibi olabilecek konular bırakın temel hak ve özgürlükleri.
Ana dilde eğitim meselesine gelince, bu da temel bir sorun. Başbakan “ret, asimilasyon ve inkarı kaldırdık” dedi ama bence ret ve inkar bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, ana dilinizi geliştirme imkanı sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.
Şu mantığı kabul etmemiz lazım: “Suriye iç meselemizdir, orada Türk ve Kürt kardeşlerimiz var” dediğiniz anda siz şunu kabul ederseniz: Biz aynı zamanda, çok gelişen Ortadoğu coğrafyası içerisinde, diğer üç devletteki, yani Suriye, Irak ve İran’daki toplam Kürt nüfusundan fazla Kürt nüfusu Türkiye’de yaşıyor. Bunlar belli bir yere lokalize olmuş değiller. Kürtler Edirne’den Hakkari’ye kadar yaşıyorlar. Suriye’de, İran’da ve Irak’ta bunu göremezsiniz. Oralarda kesin sınırlarla ayrılmıştırlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtler’in de devletidir. Demokratik bir cumhuriyette de bunun aksini düşünebilmek mümkün değildir. İnanç ve etnisite farkı gözetmeksizin, her vatandaşın eşit olduğu noktasından hareket etmek durumundasınız. Yapılması gereken şey hızla, “Şu muhatabımızdır bu değildir” demeden demokratik adımlar atılmalıdır. Çünkü muhatap doğrudan doğruya hükümetin kendisidir. O bölgede kendisini Kürt ilan eden bir partiden daha fazla oy alabiliyorsa, AK Parti aynı zamanda Kürt vatandaşların da partisidir. Dolayısıyla muhatap AK Parti’dir. Bu nedenle AK Parti hiç gecikmeden, hiçbir neden ortaya sürmeden temel demokratik hakları, belli bir program içinde, güncellenerek, bir takvim belirtilerek, neler yapılacağını açıklanarak, hayata geçirmelidir.
Soruna eşit vatandaşlık bağlamında yaklaşmalıyız. Yasalarımızdaki bütün ayrımcılıkları ortadan kaldırıp, bunu münakaşa konusu olmaktan çıkarmalıyız. Bunu hiçbir şarta bağlamadan yapmak lazım. “Şu kadar insanımız şehit oldu, saldırı oldu” demeden bu yola devam etmeliyiz. Terörün de gayesi bu zaten.
* Konuştuğumuz birçok kişi bu süreçteki hayal kırıklıkları olarak Habur’daki karşılama ve KCK davasını örnek gösterdi. Siz ne dersiniz?
Habur güzel bir başlangıçtı ama yönetemedik. Bana göre Habur’dan girip Diyarbakır’a kadar yürümenin anlamı yoktu ama bunu kötü olarak da algılamamak lazım. Yine de buna karşı tedbir alınabilirdi. Devletin imkanları vardı. İnsanları Habur’da alırdınız, helikopterle Diyarbakır’a götürür, sorguladıktan, serbest bırakırdınız. Bunları öngörmek ve tedbir almak devletin temel görevlerinden birisidir ki operasyonu yöneten kendisidir. Bana göre hata yapılmıştır. Bu hata bir daha tekrar etmez umarım ama hiçbir şeyin çözümü ötelememesi lazım, geri gidilmemeli. Hükümetin kendine bir hedef çizmesi ve bu hedefe (barış ve demokrasinin gelişmesi) doğru emin adımlarla yürünmesi lazım. Elbette içeride dışarıda provakosyon olacaktır. Provokasyonları hesap ederek, öngürülebilir bir yol çizilmeli, hedef belirtilmeli ve bu hedefe ne kadar zamanda, hangi takvimde ulaşılacağı da belirtilmeli.
2005 şartları içinde Türkiye’nin siyasi yapısı ve alışkanlıkları buna maniydi. Türkiye’nin 2005’te nelerle muhatap olduğunu ben içinde yaşayan biri olarak biliyorum. Kendilerini devlet olarak nitelendiren kişiler tarafından hangi darbe planlarının, hangi provokasyanların, yapıldığını biliyoruz. Türkiye kendisiyle hesaplaşıyor şu anda ki bunlar olayların, gerçeklerin yüzde 10’u bile değildir. Bu günlere zor şartlarda gelindi. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. 2005 Türkiyesi’nden 2011 Türkiyesi’ne kolay gelinmedi. Bunu bilmek lazım. Bunu vatandaş olarak görmek mümkün değildi. Vatandaşa çok yansımadı ama zaman içerisinde ortaya çıkıyor.
KCK davasına gelince, bana göre hatadır. Özellikle seçilmiş insanların elleri kelepçelenerek, basına sunulmasının arkasındaki provokasyon iyi araştırılmadı. Bunu kimler, niye yaptı? İyi araştırılmalı, gözden kaçırdık. Orada büyük provokasyon vardı.
Taraflar hakikaten barış istiyorsa, bu ülkede huzur isteniyorsa devlet kadar bunun karşıtında olan, Kürtler’in hakkını savunduğunu iddia eden kesimin de dikkatli davranması gerekir. Yasaları beğenmeyebilirsiniz. Yasalar hukuka uygun olmayabilir ki bu Türkiye’de çok yaygın. Hukuk devleti olmak ayrı bir şey kanun devleti olmak apayrı bir şey. Kanunlara aykırı davranarak bir yere gelmek mümkün değil ama hukuka aykırı bütün düzenlemelere karşı da biz yasal haklarımızı korumak zorundayız. Sivil itaatsizlikle ya da başka bir şekilde olabilir ama mutlaka o mücadeleyi verilmeliyiz. Lakin bu süreç içinde yasaya uymak zorundayız. Tüm siyasi partiler hukuka aykırı yasal durumu değiştirmek için şiddetle değil, demokratik siyaset yoluyla mücadele verecektir.
* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Fırat: Tabii ki 2011’de çok daha yakınız. 2005’teki durumu benim izah etmeme lüzum yok. Şu anda açılmış davaların dosyalarına,iddianamelerine bakarak bile 2005’te neler olduğunu görebiliriz. Allah kimsenin başına vermesin.
GENCAY GÜRSOY: İlk günkü iyimser yorumlarda
ileri gitmişiz
6 yıl önceki buluşmada aydınlar grubunun sözcülüğünü yapan Prof. Gençay Gürsoy bu huluşmayı ve ardından günümüze kadar yaşanan gelişmeleri şöyle değerlendirdi:
“O görüşmede umutlanmamıza yol açan etkenlerin başında hükümeti temsil eden heyetin kapsamıydı. Kürt sorunu konusuyla ilgili bütün bakanlar, danışmanlar ve yüksek bürokratlar oradaydı. Bu açıkcası daha ilk adımda görüşmeye beklediğimizin çok üstünde bir ciddiyet önem atfedildiğini düşündürmüştü. Gerçi sözcü olarak taleplerimizi dile getirirken, Başbakan’ın göz teması kurmaktan dikkatle kaçınması bende ‘içtenlik’ konusunda ilk kuşkuları doğurmaya yetmişti ama doğrusu daha fazlasını bekleyecek lüksümüz de yoktu.
Aradan geçen 6 yıl sonunda bugün sezgilerin çoğu zaman doğruyu gösterdiğini düşünüyorum. Toplantı sonunda Başbakanlık önünde basın açıklaması yaparken, o bildiğimiz ‘beyaz sayfa’, devlet olarak ‘geçmişle yüzleşme’ vb. ifadelerden edindiğimiz iyimser yorumları cömertce dile getirdiğimizi anımsıyorum ve bunca yaşadıklarımızdan sonra geriye dönüp baktığımda bunda biraz ileri gittiğimizi daha iyi görüyorum. Bence o gün de Başbakan’ın tahayyül dünyasında şu ana kadar yapılanlarla bu sorunun çözüleceği inancı hakimdi. Zaman zaman dile getirilen ‘TRT Şeş, sürüyle Kürtçe kaset, daha ne istiyorlar?’ mealindeki söylem bu bakış açısının kısa özetidir.
Kürt sorununun çözümü, benzer uluslararası örneklerde olduğu gibi, herşeyden önce gerçeği açık yüreklilikle, dürüstçe ve cesaretle görmeyi gerektiriyor. Ben daha Başbakan’ın bunu gördüğünden bile emin değilim. Sonra da, kuşkusuz karşısındaki muhatapla bu sorunu çözmek üzere eşit koşullarda müzakere etmeyi, tökezlemeleri, baltalama girişimlerini sabırla atlatabilecek bir siyasi irade gerekiyor. Bunların varlığından söz edebilirmiyiz?
Geriye kalan tek umut bu ülkenin bu sorunu daha fazla kan dökmeden çözmek zorunda olduğu gerçeğidir. Bunun gereğini yapmak kime nasip olur bilemem ama gerçek önünde sonunda kendini kabul ettirir.”
ORAL ÇALIŞLAR: Başarılamayan tek şey silahsızlandırma
6 yıl önceki buluşmada yer alan isimlerden Radikal Gazetesi yazarı Oral Çalışlar sorularımızı şöyle yanıtladı:
* 10 Ağustos 2005’teki Aydınlar Heyeti Başbakan buluşmasında hissettiğiniz duygular, aradan geçen 6 yılda ne gibi değişikliklere uğradı?
İlk kez bir hükümet, Kürt sorunu için, okumuş insanlarla görüştü, onları dinledi ve onlardan fikir aldı. Bu çok iyi bir gelişmeydi. Daha sonra, Başbakan’ın Diyarbakır konuşması da çok uzlaşmacı bir içeriğe sahipti. Devletin geçmişte hatalı uygulamaları olduğunu kabul ederek, özeleştiri yaptı. Bu çok önemli bir adımdı. Alınan mesafe önemli ve olumludur. Kürt sorununun uzun ve köklü bir geçmişi var. Kısa zamanda halledilmesi mümkün değil zaten.
Sürecin sonunda başarılamayan tek şeyse, silahsızlandırma konusudur. Biz de o dönemde, bildirimizde, silah bırakılması yönünde çağrı yapmıştık ama ne yazık ki bu konu silahtan arındırılamadı. Bu açıdan bir mesafe alınamadı. 6 yıl içerisinde birçok alanda mesafe alındı ama sorun hâlâ “silahlı” olma özelliğini koruyor.
Evet birçok olumlu adım atıldı: Kürtçe TV kanalı, Kürt dili üzerine üniversite bölümü...
Bunların yanında, çok daha rahat bir tartışma ortamı kazanıldı. Eskiden, gazetecilerin yazarların sıklıkla, Kürt meselesinde yaptıkları yorumlar nedeniyle haklarında dava açılırdı. Artık böyle davalarla karşılaşmıyoruz. Kamuoyunda da ciddi toplumsal olgunlaşmadan bahsetmek mümkün konunun tartışılması açısından. Artık “Öcalan da bu sürecin bir parçasıdır, sürecin içerisinde yer almalıdır” fikri kabul edilmiştir.
* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Bugün çok daha yakınız. Hem Türkiye, hem Kürtler bu işi silahla bastırmanın mümkün olmadığını anladılar. Kamuoyu gelişti. Silahla bir çözüm alınabilecek bir alan olmadığı anlaşıldı. Mesela Mehmet Ali Birand’ın kendisiyle yaptığı röportajda Yaşar Büyükanıt’ın söylediği, “bütün TSK’yı Kandil’e göndersek PKK temizlenemez” açıklaması, bu anlamda çok önemlidir. Bunu aynı şekilde Kürtler de biliyor. Silahla, meselelerini halledemeyeceklerinin farkındalar. O açıdan, 6 yıl öncesine göre, daha barışçıl bir akış açısı izlendiğini söyleyebilirim.
* Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?
Beni en umutlandıran olay, Habur girişi olmuştu. Çünkü Habur öncesi bir yol haritası çizilmiş, kararlar alınmıştı. Ama Türk toplumu böyle bir adıma hazır değildi. Beni en umutsuzluğa sevkeden gelişmeyse KCK Davası’dır. Türk devletine, geçmişten beri egemen olan “iyi Kürt/ kötü Kürt” bakış açısının, bu süreçte de ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bakış açısı, bu dava, Kürt meselesini açmaza götüren bir konudur. Konuyu kilitleyen bir gelişmedir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.