ALTIN HOROZ
Ersin Tek
04 Şubat 2018 Pazar 01:17
“…Masallar yalan söyler / Ama kavrar her delikanlı gizli anlamı.’’ (A.S. Puşkin)
Çok çok yıllar önce, eski mi eski bir krallığın başında, Dadon adında şanlı bir çar vardı. Gençliğinde korkunç bir savaşçıydı. Sürekli savaş ve ölüm götürecek, her an komşu ülkelere saldırırdı. İhtiyarlık gelip çatınca bütün bu yorucu işlerden elini eteğini çekip dinlenmek ve rahat bir yaşam sürmek istedi.
Ama geçmişi henüz unutmamış olan komşu ülkelerin halkları öç almak istiyorlardı. Çara büyük bozgunlar verdirerek, ülkesine saldırmaya başladılar. Krallığının sınırları oldukça genişti ve onları bu saldırılardan korumak için çok büyük bir orduya sahip olması gerekiyordu. Kumandanların gözüne artık uyku girmez olmuştu. Güneyden bir hücum beklenirken, bir de bakıyorlardı, düşman doğudan saldırıya geçmişti. Şu yandan saldıracak gibi oluyorlar ama denizden hücuma geçiyorlardı! Çar Dadon öfkesinden neredeyse ağlayacak gibi oluyor ve uykularını yitiriyordu. Kısacası yaşam çar için çekilmez bir hâle gelmişti.
Bunun üzerine çar bir gökbilimciye başvurup, ondan yardım ve öğüt almaya karar verdi. Ona bir elçi yollayarak, saraya gelmesini rica etti.
Bilgin saraya gelip de çarın huzuruna çıkar çıkmaz, torbasından altın bir horoz çıkardı ve şöyle dedi:
-Bu kuşu demir bir sırığın tepesine koy. Bu altın horoz senin bekçin ve sadık koruyucun olacaktır. Eğer çevrede bir tehlike yoksa sakin bekleyecek, yok eğer bazı taraflarda savaş tehditleri yoğunlaşır, silahlı bir baskın ve bunun gibi tehlikeler belirirse benim horozcuğum tehlikeli bölgeye doğru dönerek başını dikleştirecek, kanatlarını çırpacak ve ötecek.
Çar kese kese altın vererek gökbilimciye teşekkür etti.
Çok mutlu olan çar ona,
-Senin de böylesine bir isteğini, sanki kendiminmiş gibi yerine getireceğim, dedi.
Böylece altın horoz demir sırığın tepesinde, ülkenin sınırlarına bekçilik etmeye koyuldu. O yandan ya da bu yandan bir tehlike belirmesin, sadık bekçi sanki uykudan uyanıyormuşçasına kıpırdanıyor, tehlikenin geldiği yöne dönüyor ve bağırmaya başlıyordu:
-Ü ürü üüüüü! Ü ürü üüüüü. Saltanatını sür ve böyle uyumaya devam et!
Komşu ülkeler, yavaş yavaş, savaşmaya cüret edemez oldular. Horozun verdiği işaretlerle çar onları girdikleri yerlerden anında geri püskürtmüş ve sınırları dışına atmıştı.
Böylece üç yıl barış içinde geçti. Horoz hep sakin duruyordu.
Ama günlerden bir gün çar Dadon korkunç bir gürültüyle uyandı:
-Hey çarımız! Halkın babası! Uyan, ey çar! Felaket! Felaket!
Dadon boğulurcasına esneyerek,
-Ne oluyor, beyler? diye sordu. Ne var? Hangi felaket?
Vojevoda,
-Altın horoz çığlık çığlığa bağırıyor: tüm başkentte halk korku içinde kıvranıyor…
Bunun üstüne çar pencereye yaklaştı ve açtı. Demir sırığın tepesindeki horoz kanatlarını çırpıyor ve doğuya doğru bağırıyordu.
-Kaybedecek zamanımız yok! Haydi, haydi, çabuk olun evlatlarım! Atlara atlara! Acele edin!
Böylece çar iki oğlundan büyüğünün emrine verdiği orduyu doğuya gönderdi. O zaman horoz sakinleşti, kanatlarını indirdi, hareketsiz kaldı gene ve çar uyumasına yeni baştan koyuldu.
Aradan sekiz gün geçti. Giden ordudan hiçbir haber yoktu. Savaş olmuş muydu, olmamış mıydı?
Çar Dadon hiçbir bilgi alamamıştı.
Ve işte horoz yeniden bağırmaya koyuldu.
Bu kez, çar küçük oğlunun komutası altında ikinci bir ordu yolladı. Sekiz gün daha geçti. Ne ilk giden ne de son giden ordudan hiçbir haber alınamadı.
Horoz gene ötmeye başladı.
Çar üçüncü bir ordu hazırladı ve başına da kendisi geçti. Daha önceden geçilip geçilmediğini bilmeksizin orduyu doğuya doğru yöneltti.
Ordu gece gündüz yürüdü. Askerlerin yorgunluktan adım atacak güçleri kalmamıştı.
Çar Dadon hiçbir şeyle karşılaşmadı: Ne bir savaş izi, ne bir konaklama yeri ne de savaşçıların çığlıkları. Hiçbir şey yoktu.
‘‘Tuhaf!’’ diye düşünüyordu, kendi kendine.
Zaman akıp gidiyordu. Bir sekiz gün daha gezip gitti. Çar ordusunu tepelere doğru yöneltmişti ki bu yüksek tepelerin arasında yeşil renkli kocaman bir çadır gördü. Yeşil çadırın çevresinde garip bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bütün ordusu kıpırtısız, yaşam belirtisi göstermeksizin, dar bir boğazda uzanmış yatıyordu. Çar Dadon çadıra doğru birkaç adım attı… Oh, korkunç bir görüntüydü, bu!.. Her iki oğlu da, mezarsız, zırhsız, birinin kılıcı ötekinin göğsüne batmış bir durumda, yerde yatıyorlardı. Biraz ilerde otların arasında yatan atlar kan revan içindelerdi.
Çar bu görüntü karşısında başını gökyüzüne doğru kaldırıp, yakınma dolu çığlıklar attı:
-Oh zavallı çocuklarım! Ne felaket, Tanrım! Benim iki güzel kuşum tuzağa düştü! Felaket! Felaket! Benim de ölüm vaktim geldi artık!
Bütün askerler çarla birlikte ağlayıp sızlarken, vadinin derinliklerinden dağları titreten boğuk bir haykırma yükseldi. Bu sırada büyük yeşil çadır aralandı ve tan yeri kadar güzel gencecik Sciamakhan çariçesi ağır ağır dışarıya çıkarak çara doğru ilerledi.
Tıpkı güneş ışığındaki bir gece kuşu gibi, çar gözlerini onun mavi gözlerine dikmiş, her şeyi birdenbire unutmuş, susuyordu. Genç çariçe güçlü bir büyücüydü ve çara bir büyü yapmıştı. Dadon bu görünmeyen büyü çemberine girince her şeyi unutmuştu.
Böylece, güzel çariçe hafifçe gülümsedi, çarı elinden tuttu ve çadıra doğru sürükledi. İçeride onu zengince döşenmiş bir masaya buyur etti ve nefis yiyecekler sunmaya başladı. Sonunda beyaz şarap doldurdu kadehine ve işte o zaman çar yatağın üstünde deliksiz bir uykuya daldı.
Sekiz gün sonra çar güçlü ordusu ve güzel çariçe eşliğinde sarayına döndü. Bütün olanlar, rüzgârdan daha hızlı, doğrusu ve eğrisiyle dilden dile dolaştı.
Dadon başkentin kapılarına vardığında halk onu büyük bir coşkuyla karşıladı. Herkes çar ve çariçenin bulunduğu süslü arabanın peşinden koşuyordu. Dadon elleriyle kollarıyla halkı selamlıyordu.
Bir ara çar, kalabalığın arasında kardan daha ak saçlarının üstüne külahını oturtmuş olan yaşlı bir adam fark etti. Bu onun arkadaşıydı; ihtiyar gökbilimciydi.
-Oh, selam, iyi yürekli ihtiyar! Yaklaş, yaklaş! Bana söyleyecek bir şeyin var mı? Senin isteğin benim isteğimdir!
-Çar hazretleri, diye başladı yaşlı bilgin, birazcık hesaplaşma zamanı geldi sanırım… Sana yaptığım yardımlardan ötürü mademki benim her isteğimin seninki demek olduğunu söylüyorsun, o halde bana şu Sciamakhan çariçesini armağan et.
Bu istek üzerine çar öfkeden kuduracak gibi oldu.
*Sen kendini ne sanıyorsun? diye sordu kızgınlıkla, yaşlı çar. Şeytan içine mi girdi, yoksa aklını mı yitirdin? Evet doğru, sana söz verdim; ama verilen sözlerin de bir sınırı vardır. Sciamakhan çariçesiymiş! O senin ne işine yarayabilir? Yeter artık: Benim çar olduğumu unutuyorsun galiba. Benden imparatorluk hazinesini, yüksek bir makam, ahırımdaki en güzel atı ya da krallığımın yarısını isteyebilirsin! Bütün bunları sana vermeye hazırım…
-Hiçbir şey istemiyorum. Yalnızca Sciamakhan çariçesini istiyorum, diye karşılık verdi gökbilimci.
Çar öfkeden çılgına döndü ve yere bir tükürük attı.
-Çok inatçısın. Bundan ötürü de hiçbir şey almayacaksın. Sen bizzat kendinin düşmanısın. Çok geç olmadan defol karşımdan. Muhafızlar çabuk olun, kovun onu buradan!
Yaşlı bilgin bu duruma başkaldırarak tartışmak istedi. Ama ne yazık ki saldırganlıkta oldukça başarılı insanlar vardır. Çar kendinden geçmiş bir halde asasını kaldırıp yaşlı bilginin alnına güm! diye vurdu. Yediği darbeyle, yıldırıma çarpmışçasına yere yıkıldı ve ruhu uçup gitti.
Güzel çariçe, bıyık altından gülerken, bütün başkent halkı bu korkunç vahşete başkaldırarak, haykırıyordu.
Hiç kuşkusuz genç büyücünün suçlanmaktan korktuğu yoktu.
Çar bütün bu olanlardan biraz sarsılmış olmasına rağmen sevgiyle gülümsemeye çalıştı ve kente girmeye hazırlandı.
Birden gökyüzünde tuhaf bir ses, hafif bir kıpırtı duyuldu. Herkes şaşkın gözlerle yukarı baktı. Altın horoz demir sarıktan ayrılmış, çara doğru hızla iniyordu.
Kızgın horoz Dadon’un başına konup, kanatları ve gagasıyla kafatasına vurmaya başladı. Sonra Dadon arabasından inleyerek yuvarlanırken, altın horoz uçup gitti. Ağzından bir Ah! sözcüğü çıkan çar hemen öldü.
Bu sırada genç büyücü sanki hiç varolmamış gibi, ortadan kayboldu.
*****
Altın Horoz, Rus ve dünya edebiyatında önemli bir yere sahip olan Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in masal türündeki son yapıtıdır. Yıllar önce –aklımda kadarıyla biraz daha farklı versiyonunu- ilk olarak dedemden dinlemiştim bu masalı. O zamanlar her çocuk gibi ben de büyülü masallar dünyasında geziniyordum. Belki de en çok bu nedenle olacak dedemi ve ninemi çok sevmiştim. Son nefeslerine kadar iyileştiren, ferahlatan, sevindiren, yol gösteren nasihatlerini ve masalları benden hiç eksik etmediler, masallar ülkesinin yolunu açtılar…
Çağımızın büyük marksist düşünürlerinden ve işçi sınıfı önderlerinden olan Antonio Gramsci’nin ‘Çocuklarıma Mektuplar’ kitabından bu masalı yine okuma fırsatı buldum bugünlerde. Gramsci’nin iç dünyasının zenginliğini ve yaşama sımsıkı bağlılığını çocuklarıyla kurmaya çalıştığı diyaloglar üzerinden yansıtan bu kitap bana çocukluk anılarıma sinmiş olan o güzel masalları, rahmetli dedemin yüzündeki umudun tebessümünü ve nasihat dolu sözlerini hatırlattı…
Gramsci’nin söylediği gibi: ‘‘Bu masal, sevgili çocuklar, bir bulgu, bir düş belki, ama gizli bir gerçeği saklıyor içinde: İyi insanlar için değerli bir derstir.’’
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.