22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

ALİ BULAÇ VE ENTELEKTÜEL TUTARLILIK

Hilal Kaplan

23 Ekim 2011 Pazar 10:08

Son genel seçimlerde aday gösterilecek vekillerin belirlenmesinin öncesinde Müslüman kadınlardan oluşan bir grup "Başörtülü aday yoksa, oy da yok" sloganıyla bir kampanya başlattılar. Benim de sözcülerinden olduğum bu kampanyaya yönelik herkes inandığı doğrular çerçevesinde olumlu veya olumsuz görüşlerini serdettiler. Olması gereken de buydu. Fakat sadece Ali Bulaç argümanlarını paylaşmaktan çok kampanyaya katılan kadınları "derin devletin maşası" olmakla suçladı. "İyi niyetli" kadınları tenzih ettikten sonra beşinci sınıf casus romanlarından çıkmışa benzeyen "Ergenekon'un bu camia içinde rahat hareket edebilen maskeli elemanları" gibi ifadelerle kimliğini hâlen açıklamadığı bazı kadınları, dolayısıyla da kampanyayı hedefe koymuş oldu. Kampanyayı düzenleyen "Buluşan Kadınlar" grubu "Ali Bulaç'a açık davet" başlığıyla bir metin yayınladı ve kendisini "kaçak dövüşmeyi" bırakıp kimleri kast ediyorsa, suçlamalarının mesnetleriyle beraber açıklamaya davet etti. Ben de bu hususta gereken cevabı zamanında verdiğimden tekrara düşmek istemiyordum ama Bulaç, hem t24 sitesine verdiği röportajda hem de son köşe yazısında aynı suçlamayı yöneltmekte ısrar edince canhıraş çabasının bende yol açtığı soru işaretlerini paylaşmam şart oldu. 

Malumunuz İngilizcede "yazar" kelimesi, "otorite" kelimesiyle aynı kökten gelir. Eli kalem tutan kişi aynı zamanda kaleminin gücüne göre belli bir otoriteye de sahip olur. Her tür otorite gibi yazarın otoritesi de denetlenmeye açık olmalıdır. Bu minvalde yazarın entelektüel tutarlılığının sorgulanması, sahip olduğu otoritenin denetime açık olmasının bir gereğidir. Bu yazıda Ak Parti'ye zarar geleceği korkusuyla kampanyamıza yönelik yapmadığı suçlama kalmayan Bulaç'ın çok değil, birkaç yıl önce "Ak Parti'ye zarar gelmesi" korkusundan ne kadar uzakta olduğunu kendinden örneklerle ortaya koyacağım. "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye soracağım ama merak buyurmayın, kendisini "derin devletçilik" gibi ciddi bir suçlamaya muhatap kılmayacak kadar izan sahibiyim. "Gencecik çocuklar toprağa girerken, beni bu konuyu işlemek zorunda bırakanlar utansın" diyerek başlayayım. 

Bulaç, referandum sonrası dönemde demokratikleşmede gelinen aşama ortadayken "Ak Parti başörtülü vekil adayı gösterirse kapatma davası açılabilir" argümanını öne sürerek karşı çıkmıştı. Ak Parti'nin kapatılma ihtimalini bunca dert eden bir yazarın, entelektüel tutarlılık gereği 27 Nisan e-muhtırası ve 2008'de açılan kapatma davası döneminde de oldukça hassas ve net bir duruş sergilemesi beklenir, değil mi? Hâlbuki ne ilginçtir ki 27 Nisan e-muhtırasının ardından ekrana çıkan Bulaç'ın ilk sözlerinden birisi Ak Parti'ye kapatma davası açılacağı olmuştur ki nitekim yanılmamıştır ve bir yıl sonra kapatma davası açılmıştır. Feraset sahibi herkes, bu tip açıklamaların bir öngörüyü paylaşmaktan ziyade zaten "geliyorum" diyen bir davaya kamuoyunu hazırlamak ve normalleştirmek anlamına geldiğinin farkındadır sanırım. Kapatma davası öncesinde benzer "normalleştirme" açıklamalarını yapan kişilerden birisinin Sabih Kanadoğlu olması Bulaç'ın tevessül edip dile getirdiği bu "öngörü"sünün neye hizmet ettiğini anlamak için kâfidir herhalde... 

Peki, 27 Nisan muhtırası sonrasında Bulaç neler yazmıştı dersiniz? Örneğin Dünya Bülteni'ndeki 12 Haziran 2007 tarihli "Bu noktaya gelişimizde kimin hatası daha büyük?" başlıklı yazısında en büyük hatanın Ak Parti'ye ait olduğuna işaret ederek ve 2006'da "Benim Cumhurbaşkanı adayım" yazısında Sami Selçuk'u önerdiğini söyleyerek şöyle devam etmiş: 

"Yazık ki dediğim oldu; büyük çoğunluğu elinde bulunduran bir iktidar partisi cumhurbaşkanı seçemediği gibi, şimdi miting meydanlarında, cenaze törenlerinde yuhalanıyor (...) Bütün umudunu mağdur role bağlamış bulunuyor." 

Hangi amaçla düzenlendiği bugün çok daha iyi anlaşılan cumhuriyet mitinglerine gösterdiği anlayışı kampanyamıza gösteremeyen Bulaç, muhtıra yemiş ama dimdik durmuş Ak Parti'lileri "kibirli, feraset yoksunu ve Türkiye gerçeklerine gözlerini kapamış" olarak tanımladığı bu yazısından bir ay önceyse Zaman gazetesindeki köşesinde şöyle yazmıştı: 

"Tabii ki siyasete müdahale, darbe, muhtıra tasvip edilemez ama Ak Parti'nin de hatası var..." diye konuşmaya ve yazmaya başlayan herkes aslında darbelerin ve sivil siyasete müdahalelerin yanında yer almaktadır." (12 Mayıs 2007) 

İki alıntıdaki cümlelerin, bir ay arayla farklı mecralarda (Dünya Bülteni ve Zaman gazetesi) ama Bulaç'ın kaleminden çıktığı düşünülürse kendisinin kimin yanında yer almış olduğunu okurun takdirine bırakıyorum. Tartışma uzarsa örnekleri çoğaltmak da mümkün. Fakat burada vahim olan 27 Nisan e-muhtırası, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve kapatma davası sırasında Ak Parti'nin yanında yer almış, sivil siyasete asker veya yargı yoluyla darbe indirilmemesi için canla başla uğraşmış kadınların nerden geldiği ve içeriği belli olmayan bir suçlama üzerinden "derin devlet"le ilişkilendirilmesi çabasıdır. 

Bu husutaki ilk cevap yazım "Üstü kalsın"da Bulaç'a "Kişiye günah olarak her duyduğunu anlatması yeter" hadisi şerifini hatırlatmış ve kendisini hakkaniyete davet etmiştim. Aynı davetimi yineliyorum ve elinde "kulağına fısıldananlar" dışında herhangi bir belge, vb. varsa açıklamaya (kaynağını dilerse gizlemeye devam edebilir) çağırıyorum. Aksi takdirde herkes birbirine "sağlam kaynaklardan aldığım bilgilere göre" diyerek iftira atma özgürlüğüne sahip hale gelir ki bunun ne gazetecilik etiğiyle ne de Müslüman ahlâkıyla bağdaşır bir yanı yoktur.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.