22 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara9°C
  • İzmir17°C
  • Berlin2°C

AKP VE CEMAATE ÇAĞRI

Abdullah Can

14 Aralık 2013 Cumartesi 20:53

Son bir aydır, Hocaefendi cemaati ile Hükümet taraftarları arasında alevlenen “Dershane” tartışması, aslî zemininden kaymışa ve bağlamından kopmuşa benziyor. Bir tarafın meseleyi “hukuk” temelinde değerlendirmesi ve “elzemdir” noktasındaki ısrarı, öte tarafın ise meseleyi “eğitimin iyileştirilmesi” ve söz konusu kurumların “varlık sebeplerinin ortadan kalktığı” yönündeki beyanatları, gelinen noktada bir kördüğüme dönüşmüş vaziyettedir. 

İki taraf arasında yaşanan sözlü ve yazılı tartışmaların, yavaş yavaş belgeler düzlemine kaydırılması, sorunun sıradan ve kolay sonlanır bir mahiyette olmadığını göstermektedir. Daha da vahimi, tartışmanın peyderpey görsel ve işitsel bazı argümanlar eşliğinde çatışmaya evirileceği yönündeki duyumlar, iki taraf açısından ciddi endişelere sevk etmektedir. İki tarafın sağduyulu ve arabulucu aktörlerinden ziyade, hissiyat düşkünlerinin ve arabozucuların devrede olması, endişeleri daha da ileri boyuta taşımaktadır

Art niyetli ve yıkıcı çevrelere terk edilen alanın daraltılması adına, her iki cenahın sağduyulu ve hassas unsurlarına çağrım, yaşanılan olumsuzluklara karşı varlık göstermeleri, mesuliyetlerini üstlenmeleri; alevlenen ve adına “fitne” denilen yangına su taşımalarıdır. Aksi takdirde, bu yangının nerelere varacağını, nelere mal olacağını ve hangi aşamada söneceğini kestirmek çok zordur. O halde, yaşanılanlardan vicdanen muzdarip olan bütün ehl-i insafı sorumluluk almaya ve tavır koymaya davet ediyorum. Bu çerçevede, ben de, kendime düşen sorumluluğu ifa etmek ve beslendiğim havzanın hassasiyetlerini paylaşmak niyetiyle, bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm; özetle diyeceklerim şunlardır: 

Öncelikle, yazacaklarım, herhangi bir tarafın tarafgirliğinden yola çıkılarak; bir tarafa angaje olunmuşum şeklinde değerlendirilmemelidir. Ben bir Nur Talebesiyim; Müslümanlar arasında “sulh unsuru” olmak benim ve mensubu olduğum camianın en mümeyyiz vasfıdır. Ülke, bölge, âlem-i İslâm ve dünya olaylarına karşı hareket nokramız Risale-i Nur’daki “Kur’anî” ve “Nebevî” ölçülerdir. Bu ölçüler, hiçbir siyasete, iktidara ya da kliğe feda edilmeyecek kadar kutsaldır. Kutsal değerleri beşerî ve dünyevî emellere alet etmek züldür ve neticesi zillettir

Kahir ekseriyeti temiz niyetli ve sağlam Müslüman olan çevrelere kardeşçe ve adilce yaklaşmak inandığımız değerlerin gereğidir. Kardeşler arasında adaletli olmak Allah’ın “Adil” sıfatına bir mazhariyettir. Niyet sorgulamak peşinde değilim; kimin, neyin üzerinden, neler peşinde olduğu gibi bir sorgulama da yapmıyorum. Özel düşünce, kanaat ve değerlendirmelerimi de bir tarafa bırakıyorum. Sadece ve sadece, hâlihazırdaki kavgadan muzdarip olduğumu ve benimle birlikte vicdanı sızlayan milyonlara tercüman olmak istediğimi bildirmek isterim. Amacımız “hakkı tavsiye”dir, nasihat değildir. “Kardeşlerinizin arasını bulunuz” fermanı Kur’an’a aittir; böyle zamanlarda en büyük farz, fitneye karşı durmaktır; en büyük cihad fitnecilerin kundaklamalarına engel olmaktır

Evet; çatışan iki cenah da Müslüman’dır ve bu çatışmanın kazanan tarafı da ikisinden biri değil, üçüncü bir güruh olacaktır. Onlar, tetikte bekleyen ve salyaları akarak bu boğazlaşmayı seyreden şer güçleri ve derin odaklardır. Onların asıl gücü, ihtilaf ve kapışmalardan doğan fırsatlardır. Bu fırsatlara meydan verenler, şer güçlerinin dolaylı destekçileridir. 

Müslümanlığa yakışmayan metot ve argümanlarla kavgaya tutuşmanın hiçbir ahlakî, insanî ve hukukî boyutu olamaz. Müslümanlar, her sorunlarını Müslüman’ca çözmek zorundadır. Gayr-ı meşru metotlarla meşru hedeflere gidilmez; meşru neticeler elde edilemez. Müslümanlar, bir konuda anlaşmazlığa düştükleri zaman, onu Allah’a ve Resulüne irca etmekle, yani Kur’an ve Sünnet çerçevesinde çözmekle mükelleftirler. Kaba kuvvetle, sokak ağzıyla, külhanbeylilikle, his ve ajitasyonlarla, teşhircilik ve kara propagandalarla bir yere varılmaz ve netice alınamaz. Ateşe su dökülür, odun atılmaz; su niyetine benzin dökülmez.  

Şer güçlerini sevindirmek, Allah’ı üzmektir; Allah’ı üzenin dünyası da ahireti de hüsrandır. Bu metotlarla elde edilen zahiri başarılar sadece bir seraptır. İslam cemiyetinin bünyesinde oluşacak rahnelerin tedavisi zordur; yaraların kapanması ve kaynaşması hayli zaman alacaktır. Hatta yaşanılanlar, iki cenah arasında bir kan davası gibi kalıcı olacaktır; sürekli bir güvensizlik ve taktik manevralara yol açacaktır. 

Yaşanılan ve yatışma kabul etmeyecek gibi görünen “dershane” tartışmasının arkasındaki asıl sebep ve saiklar ne olursa olsun, Müslüman halkımız ve tabandaki kahir ekseriyet –ki din kardeşlerimizdir–bundan ciddi rahatsızdır; hatta rahatsızlığın ötesinde cehennemi bir azap çekmektedirler. Tetikçi ve kundakçı kesimin bu ekseriyetin duygularıyla oynamaya hakkı yoktur. Bu ekseriyet, kimsenin askerleri ve fedaileri değillerdir. Onlar sadece ve sadece Allah rızası ve Peygamberinin sevgisi için çalışıp çırpınıyorlar. Onların hedefi bellidir ve sadece ilahîdir. İğfallerle, ajitasyonlarla, manipülasyonlarla, dezenformasyonlarla, duygusal sömürülerle, tarafgirlik psikozuyla ve hamasi nutuklarla bu kahir ekseriyet yönlendirilerek dünyevî-siyasî emellere alet edilemez; edilmemelidir.  Allah’ın kullarını onun yolundan, onun tayin ettiği istikametten ayıranların ne büyük bir dalalet üzerinde olduğunu bizzat Allah buyuruyor. İşte ayet: 

“Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler. Onlar Allah’a giden yolu tıkarlar; kapatırlar. Onlar insanları Allah yolundan saptırırlar. Ve onlar büyük bir dalalet(sapkınlık) üzeredirler.”(İbrahim Suresi, 3) Bu ilahi tehdidi kulakardı eden tetikçiler ve şahinleşmiş kesimler, biz Müslümanlar için yol ve yöntem tayin edemezler; etmemelidirler.  Biz Allah’ın kullarıyız; kullara kul olmayız, olmamalıyız. Hürmet ettiğimiz insanlar, hadlerini bilmeli ve Allah’ın tayin ettiği hudutlar içine avdet etmelidirler. Onların yanlış sözleri ve davranışları, taklit edilmektedir; kitlesel yanlışlara sürüklemektedir. Baştaki kokuşmalar bütün bünyeye yayılmaktadır. Bu vahim durumu görmeli ve bir an önce önlem alınmalıdır.

İki tarafın değirmenine su taşıyanların, enerji sağlayanların tabandaki bu büyük kitle olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Onların fedakârlığı üzerinde inşa edilen devasa imkânların ve iktidarların suiistimal edilmemesi gerektir. Bu suiistimale Allah’ın “evet” demesi mümkün değildir; Allah’ın azabı pek çetindir. Zalimlerin Allah’ın kılıcı olduğu gerçeği unutulmamalıdır; haddini ve hududunu bilmeyen şımarıkların bu kılıçla terbiye edildiğine sayısız tarihi olay tanıklık etmektedir. Hezimetlerin ana sebeplerini bir derhatır edelim! Peygamberimiz, bir gün şöyle der: 

“Pek yakında aç insanların sofralara üşüştükleri gibi, düşmanlarınız da sizin üzerinize üşüşecekler.” Sahabeler sorar: “O gün çok mu az olacağız?” Peygamberimiz: “Hayır, sayıca çok olacaksınız, ama sel sularının sürüklediği çer-çöp gibi değersiz olacaksınız!” Sahabeler nedenini sorduklarında, Resulüllah: “Çünkü kalplerinize ‘vehn’ duygusu yerleşecektir!” Sahabeler, “Vehn nedir ya Resulüllah?” dediklerinde, peygamberimiz:  “Aşırı dünya tutkusu ve ölüm korkusudur!” der. (Ebu Davud, 2/426) 

İşte size mükemmel ve şaşmaz bir Nebevî tespit ve her zaman günceliliğini muhafaza eden Peygamberce bir uyarı! Etrafımıza bir bakalım, bu gün adı var, kendisi olmayan âlem-i İslam’ın hal-i pürmelâli bu hadise en çarpıcı bir örnek değil midir? Bütün İslam coğrafyasında dökülen Müslüman kanı, bu hadisin doğruluğunu ve Peygamberî endişeyi doğrulamıyor mu? Körlük o kadar ileri boyuta mı vardı? Dünyevî rantlar ve arpalıklar üzerinden yürütülen bu soğuk savaşın tarafları Müslümanların bugünkü trajedik manzarasını görmüyorlar mı? Yoksa, “Neden Türkiye’de de olmasın?” histerisine mi kapılmışlar?     

Tasavvuf ehlinin bir sözü var, “Eddünya ciffetun, talibuha kilabun”, yani “Dünya bir leştir, bu leşe talip olanlar da köpeklerdir” Bu söz, anlamı itibariyle gururumuzu rencide etse de, doğruluğu ortadadır. Kendimizi bir yoklayalım; gaye-i hayalimiz nedir? Hedefimize oturttuğumuz yüce idealimiz nedir? Dünya ve dünyalıklar mı, ahiret ve ahireti kazandırtacak vesileler mi? Nefis, şehvet ve cismaniyet mi, Allah ve onun rızasını kazandırtacak çalışmalar mı? Dünyaya, dünyevî servet ve iktidara bu kadar meylettiğimize göre, dünya ve dünyalıklar üzerinden bu denli yaka-paça olduğumuza göre, soralım kendimize: “Ben kimin kuluyum? Kime ve neye hizmet ediyorum? Kimin rızasını tahsile çalışıyorum? Hayatımın gayesi nedir?...”  

Dini ve dinî değerlerimizi dünyaya alet etmeyelim! Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı; İlahî ve Peygamberî argümanları; Asr-ı Saadeti ve sahabenin fedakârlıklarını, âlimlerimizi ve onların güzel beyanlarını emellerimize alet etmeyelim! Tamamını kendimize düşman ve davacı eylemeyelim! İslam’ı tekelleştirmeyelim; benmerkezci ve harici mantığıyla hareket etmeyelim! Irkı, mezhebi, cemaati, tarikatı, partiyi-patırtıyı, hocayı, üstadı, şeyhi-piri, hâsılı kabirde ve haşirde bizden sual edilmeyecek hiç bir şeyi tabulaştırmayalım; din-iman meselesi yapmayalım! Heva-i nefislerimizi ilah edinmeyelim! Sorunlarımızı hissiyat ve menfaatlerimiz istikametinde değil, İslam’ın ve İslamî mesajın muhatabı olan tüm insanlığın menfaati doğrultusunda çözelim; çözmeye çalışalım! 

İslam’ın ve insanlığın düşmanları ağzını açıp canavarca iştahlarıyla salyalarını akıttığı bir hengâmda, dâhilde ve aramızdaki bütün muhalefetleri, kıskançlıkları, çekişmeleri, boğuşmaları bir kenara bırakmamız ve müşterek düşmana karşı ortak paydalar; aslî ilkeler üzerinde yekvücut olmamız olmazsa olmaz bir maslahat iken, iktidar ve cemaat maslahatları temelinde birbirimize diş geçirmeye çalışmamız ne İslamî’dir, ne insanîdir, ne vicdanîdir. 

Karşılıklı diş bilemeler ve diş geçirme hamleleri; meydanlarda ve basın alanındaki çökertme ve çürütme taktikleri;  sınır tanımaz gammazlıklar ve teşhircilik oyunları; gizli-saklı mahfillerde en olmadık dedikodu ve iftiralarla karalama kampanyaları; ayetleri, hadisleri ve Bediüzzaman’ın sözlerini kavganın malzemesi gibi kullanmalar, bazen cepheden, bazen satır aralarından en ağır ithamlarda bulunmalar, artık gına getirdi. Artık seciye ve karakterlerimizde bir nefret hissini uyandırıyor. “Bunlar mı o baştacı ettiklerimiz, bunlar mı o örnek aldıklarımız ve bunlar mı sırat-ı müstakim erleri” dediğimiz kimseleri bu hallerde görünce, –ki görmek istemiyoruz– onlardan yana beslediğimiz umutlarımız suya düşüyor, hüsnü zanlarımız gölgeleniyor. 

Bazı kalemşorların sivri kalemlerine ve ateş saçan dillerine bir anlam verebildik de, ya şu örnek şahsiyetlerimize ne oluyor? Karıncayı bile inciteceklerine ihtimal veremediklerimize ne oluyor? Hani ya Müslümanlara karşı elsiz ve dilsiz olunacaktı? Hani ya Müslümanlar bir vücudun azaları hükmündeydi? Hani ya birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olmayacaktık ve iman etmedikçe de cennete giremeyecektik? Hani ya Müslümanlar bir binada sırt sırta vermiş, birbiriyle kenetlenmiş tuğlalar hükmündeydi? Hani ya mü’min elinden ve dilinden zarar görülmeyen kimseydi?... Nerede kaldı bu ölçüler ve nerede kaldı bu ilkeler?

Kendileriyle aynı Allah’ı, aynı Peygamberi, aynı Kitabı ve aynı Kıbleyi paylaştığımız kardeşlerimize karşı böyle acımasız mı olacaktık? İhlâs, uhuvvet ve tevazu düsturlarımıza ne oldu; nereye uçtular? Neden bu kadar sıradanlaştık ve neden sıradan meseleleri hayatî meselelerin önüne koyduk? Farzlara ilgisiz kalıp sünnet ve müstehapların peşine takılmak; onları öncelemek ne zaman fıkhımızın esaslarından oldu? Ortada bir yanlışlık var; yanlışlığın ötesinde bir şaşkınlık ve şaşırmışlık hali var. Bu böyle devam ederse, dünyamız da harap olur, ahiretimiz de. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacağız. 

Kim ne derse desin; iktidarlar cemaatleşmemeli ve cemaatler de iktidarlaşmamalıdır. Cemaatleşen iktidarların siyasî söylem ve projeleri, iktidarlaşan cemaatlerin/tarikatlerin de imanî/Kur’anî söylem ve projeleri olmaz. Olsa da, tabiatındaki tarafgirlikten dolayı ihlâslı olmaz; tehlikeye girer, tesiri kırılır. Aynı halde, sadece yandaşlarına, sadık adamlarına kucağını açan ve sadece onlara bol keseden imkân ve ulufe alanları tanıyan iktidarlarla sadece benmerkezci ve içine dönük faaliyetlerde bulunan; mensuplarına mutlak teslimiyetçiliği ve itaatçiliği dayatan cemaat ve tarikatların da topluma ve insanlık âlemine vereceği fazla bir şey olmaz. 

İstenildiği kadar ‘herkesin ve kesimin iktidarıdır’ denilsin, istenildiği kadar ‘her kesimi kucaklayan cemaat/tarikat’ görüntüsü verilsin, önemli olan sonuçtur; önemli olan pratikleridir. Millet uygulamalara bakar; uygulamadaki tercihlere ve tercih edilenlerin profillerine bakar; maddi/manevi imkânların kimlerle paylaşıldığına bakar. İşte siyasî-sivil yapılanmalarımızın bu egoist ve egosantrik özelliklerinden dolayıdır ki, bu gün bu trajik hadiseler yaşanıyor. Hâlbuki olması gereken bu değil; gerçekten de samimiyet ve hasbiliğin esas alınması gerekirdi. Ama olmadı... 

Barışı değil, kavgayı tercih edenlerin unutmaması gerekir: Asıl musibet dine gelen musibettir. Dini musibetten dolayı Allah’a iltica etmeliyiz; ağlayıp sızlayacaksak bu musibetin izalesi için ağlayıp sızlayalım. Allah’tan feraset ve anlayış dileyelim; çünkü musibetin kalkması bununla mümkündür. Hissiyatla, inatla, diş ve kalem sivriltmeyle, açıkları yakalamayla, sır ve mahremiyetleri ifşayla, onurları kırmakla, ağır ve gayr-ı insafî vasıflandırmalarla, mevzi kapmalarla, geçmişi kurcalamayla, sadece menfiliklere kilitlenmeyle bir yere varılmaz, hiç bir sorun çözülmez. 

Cumhuriyet tarihi boyunca, gelinen noktanın ve yaşanılan zaman kesitinin –geçmişe kıyasla– bir nimet olduğu görülmeli. İçinden geçtiğimiz barış ve toplumsal mutabakat sürecini ihlal etmemeliyiz. Bir yıla yakındır kan dökülmemesi, sosyal ve ekonomik alanda atılan önemli adımlar, özellikle de Kürt sorununun çözülmesine dönük atılan ciddi, kararlı ve kansız adımlar kazasız-belasız sürdürülmelidir; bu iyimser ve umutbahş havayı bozacak adımlardan azamî derecede uzak durulmalıdır. 

Asıl fitne, umumun hukukuna taalluk eden huzurlu ortamı bozmak, karşılıklı güven atmosferini kirletmek, kardeşliğe dair umutları karartmaktır. Uykuda olan fitnenin uyandırılmasının Peygamber dilindeki karşılığı hepimizin malumudur ve ‘fitnenin katilden daha şiddetli olduğunu’ da hepimiz ayetlerden biliyoruz. Pir-i Mugan’ın(Said-i Nursî) deyimiyle, “İslâmiyet sulh ve selamettir; dâhilde niza ve husumet istemez.” 

Hâsılı: Nimet şükür ister, karşılığında şükredilmeyen nimetlerin, hem bu dünyada hem ahirette başımıza bela olacağını ve azaba dönüşeceğini unutmamalıyız. Tüm insanlığın semasında bir güneş gibi parlayan İslamiyet’i, İslamî mesajları, kendisine yakışır bir tarz ve üslupla insanlığa ulaştırmak adına, her türlü enaniyet ve maddi menfaatlerimizi ayakaltına almalıyız. İzzet ve şeref, Allah’a kullukta, peygambere ümmet olmaktadır. Maddeye, makama, iktidara kulluk zilletin ta kendisidir. 

İslam, belli bir topluluk ve inanç mensupları için değil, bütün insanlık için rahmettir. Tıpkı güneşin kuşatıcı ve kucaklayıcı ışığı gibi… O, ışığını nasıl cömertçe salıyorsa, İslam’ı da, İslam’ı temsil rolümüzü de öylece sunmalıyız. Kendimizi merkeze oturtarak, bizden olmayanları dışlamamalıyız. Bu anlayış ve uygulamalar hariciliktir. 

İslam’ın evrensel tabiatını ve mesajını, dar cemaat/tarikat cenderesi içinde boğmayalım. Elmas değerinde olan İslamî hakikatleri kırılmaya mahkûm cam parçaları mesabesindeki siyaset ve iktidar çıkarlarına feda etmeyelim. 

Şahıs ve kurumlar fanidir, İslam dini ve davası bakidir. Baki davalar, fani şahıs ve kurumlar, gelip-geçici iktidarlar üzerine bina edilmez ve edilmemelidir. Edilirse, o dine ve davaya ihanettir. Allah, tavandakilere akıl, izan ve istikamet, tabandaki ekseriyete de kardeşlik içre sabır ve sebat nasip etsin. “Sulh, kavgadan hayırlıdır” (Hz. Muhammed)...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.