ACI VE ÖFKE
Ahmet Altan-
13 Nisan 2010 Salı 17:45
Bu bizim ilk ölümümüz.
İlk acımız.
Çok genç burada çalışan çocuklar, onların arasından birini kaybetmeyi, doğrusu ya hiç beklemiyordum.
Bir gazete yaşadıkça ölümü görür, onu yapanlar yavaşça gider... Gazete yaşar, onu yapanlar yavaşça ölür.
Yavaşça ve sırayla.
Beklenilen budur.
Otuz dört yaşındaki genç yazarın ayrılışı değildir beklenen.
Çoktandır hastaydı Evrim, yazılarına hep biraz endişeyle ve her yazıda biraz sevinerek bakardık.
“Yazabildiğine göre demek ki iyi” diye.
Son yazısı daha yeni çıkmıştı ve sabahleyin bir telefon, “Evrim’i kaybettik.”
Yaşamı her açıdan zordu, o zorluğun içinden çıkarırdı o yazıları.
Hiç yakınmadan, acısını sezdirmeden, her zaman hayata karşı biraz alaycı, her zaman dertlere biraz yukarıdan bakarak.
Bizi çok sert eleştirirdi.
Sonradan duydum ki bütün o sert eleştirilerine rağmen sırf bu gazetede yazdığı için onu oralarda çok hırpalamışlar.
Çok üzmüşler.
İnsafsızlık her yerde aynı.
Bir yazarı, bir çocuğu kaybettik.
İnsanın bir gazete hazırlayıp, hiç görmediği, hiç konuşmadığı, hiç tanışmadığı ama çok sevdiği, ona söylemeden evlat edindiği, içi titreyerek, endişeyle, en sert eleştirilerini bile şefkatle okşayarak benimsediği birinin resmini o gazetenin üstüne siyah bir çerçeveyle koyması kolay değil.
Gazetenin içinde dolaşan arkadaşlarının bastırılmış, zapt edilmiş kederinin arasında kendi kederini de gizleyerek dolaşması kolay değil.
Ona “yirmi soru”nun cevaplarını sormuşlardı.
“Öldüğünde tanrının sana ne demesini istersin” sorusuna, “haklısın, Kürtlere haksızlık ettim” demesini istediğini söylemişti.
Onun aramızdan ayrıldığı gün, biz onun acısını kendi meşrebimizce yaşarken, sanki onun “sitemini” haklı çıkarırcasına bir başka haber aldık.
Bir başka Kürde gene bir “haksızlık” yapılmış, Ahmet Türk’e alçakça, kalleşçe saldırılmıştı.
Televizyonda görüntüler vardı.
Çizgileri derinleşen, saçları aklaşan yüzünde hep anlayışlı, olgun bir tebessümle olaylara bakan, her zaman vakur duran, bu ülkenin en önemli liderlerinden birine, bu yaşlı adama, iriyarı biri yumruk atıyordu.
O görüntülere bakarken içim öfkeyle doldu.
Böylesine bir kalleşlik insanın içinin kabul edeceği bir iş değildi.
Muş’taki bir olayın davasını Samsun’a, Ogün Samast’la “hatıra fotoğrafları” çektiren bir polis teşkilatına sahip bir kente alacaksın, daha önce uyarılmana rağmen tedbirleri gevşek tutacaksın, saldırganın önünü açacaksın, sonra da bunun “bir adamın yaptığı kalleşlik” olarak kabul edilmesini isteyeceksin.
Bu saldırı kalleşçe ama tek kişinin yaptığı bir kalleşlik olduğuna kimseyi inandıramazlar.
Ogün Samast’ın da “tek kişi” olduğuna insanları inandırmak için çok uğraşmışlardı, şimdi de benzer açıklamalar yapılıyor.
Ahmet Türk’e saldırmanın, ona yumruk atmanın, onun burnunu kırmanın ne anlama geldiğini bilen birileri, o kalleşin yolunu açmasa o saldırı gerçekleşemezdi.
Kürtlerin bunu içine sindiremeyeceğini, tepki göstereceğini hesaplayan birileri, önlemleri gevşek tutarak bu olaya sebebiyet verdi.
Hükümetin, bu alçaklığın çok daha beter sonuçlara ulaşmasını engellemek için derhal sorumluları bulması, öncelikle de Samsun valisiyle, emniyet müdürünü oradan çekmesi gerekir.
Kürtler, bu alçaklığın cezasız kalacağını düşünürlerse, olayları durdurmayı kimse başaramaz, herhalde bu saldırıyı düzenleyenler de bunu istiyorlar.
Bu planı önlemek, gereğini yapmak da hükümetin işi.
Bu ülkede Ahmet Türk güven içinde dolaşamazsa, kimse güven içinde dolaşamaz.
Genç bir Kürt için duyduğum acıyla başlayan gün, yaşlı bir Kürde yapılanlara duyduğum öfkeyle kapanıyor.
Evrim gitti, bir çocuğum buralardan göç etti.
Gittiği yerde umarım tanrı onu karşılar ve ona, onun sitemli beklentisini duyarak, “haklısın” der, “Kürtlere haksızlık ettim”.
Ahmet Bey’e yapılanlar için çok kızgın, Evrim’in gidişinden dolayı çok kırgınım.
Bir tanrının olmasını ve Evrim’i böyle karşılamasını istiyorum.
Ancak buna inanabilmek, böyle büyük bir inanca sarılabilmek yatıştırabilir çünkü içimdeki bu öfkeyle acıyı.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.