4 NİSANDA NEREDEYDİNİZ
Orhan Miroğlu
14 Nisan 2012 Cumartesi 07:16
12 Eylül davasının ilk duruşmasını ikinci ve üçüncü gün izledim.
O yılları Diyarbakır Cezaevi’nde yaşamış bir mağdur olarak, müdahillik talebinde bulundum.
Salona girerken karmaşık duygular içindeydim.
Nihayet darbecilerden hesap sorulacak ve bu dava Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasında bir milat olacaktı.
Salon mağdurlar ve mağdur yakınlarıyla doluydu. Bir hafıza patlaması gibi yaşanıyordu her şey. Solcular, ülkücüler, Kürtler ve Aleviler, gördüklerini, yaşadıklarını, tanıklıklarını anlatıyor ve paylaşıyorlardı. İçlerinde kendi acısını öne çıkarmak istemeyen, bu davada sadece “kamu tanığı” olmak isteyen insanlar vardı.
Ama ne yazık ki, aradan 32 yıl geçmiş olmasına rağmen, bazı fikirler, önyargılar değişmiş görünmüyordu.
Kimileri, Ankara Adliyesi’nin o duruşma salonuna, darbecilerin yargılanmaya başladığı bu tarihî güne tanıklık yapmak için değil, bu günü AK Parti hükümetinin ve Başbakan’ın “elinden kurtarmaya” gelmişlerdi sanki ve bunu açıkça ifade ediyorlardı.
Ülkücü mağdurların yaşadığı acılara kulaklar da yürekler de kapalıydı sanki..
Oysa 12 Eylül sadece solu ezip geçmedi. Ülkücü hareketle temsil edilen “Türk Milliyetçileri”ne de aynı muamele yapıldı. Onlar da 12 Eylül’ün işkence tezgâhlarından geçtiler, idam sehpalarında can verdiler.
Ülkücü hareketin 12 Eylül’ü mümkün kılan siyasi ilişkilerini ve duruşunu, işlediği cinayetleri sorgulamak elbette gerekli, ama bu acıları yok saymak doğru değil.
Ülkücü hareketin 12 Eylül’le iyi kötü bir hesaplaşma yaşadığı inkâr edilemez.
Peki, sol hareket bu hesaplaşmanın ve sorgulamanın neresinde duruyor?
Solun 12 Eylül öncesindeki eylemleri devrime mi, darbeye mi hizmet etti?
12 Eylül’ün tecrübelerine rağmen, Türk milliyetçileri eğer solun bugün durduğu “devlet katında” durmaya devam edip, kendi içlerinde bir hesaplaşma içine girmeselerdi, Ergenekon’la bu kadar kolay baş edilebilir miydi?
Silivri kapılarında Ergenekonculara özgürlük isteyen bir ülkücü hareketi yok Türkiye’nin.
“Kurbanla oyun”un farkına varan ve 12 Eylül’le beraber büyük bir değişim yaşayan ülkücüler eğer Ergenekoncuları destekleselerdi, Yazıcıoğlu’nun BBP’si ve Bahçeli’nin MHP’si saflarını Ergenekon mütefekkirlerine ve eylemcilerine açsaydı, Türkiye’de etnik ve dinî temelde bir iç savaş kaçınılmaz olurdu.
Ama sol buralarda değil.
Sol militarizmle, İttihatçılıkla ve Kemalizm’le hesaplaşmadı.
Solun çeşitli grupları, 12 Eylül’ün yargılandığı mahkemeye pankartını taşır gelir, aynı pankartları Silivri’deki mahkemelere de götürür, orada mukim generallere özgürlük talep eder!.
12 Eylül davasının görüldüğü o duruşma salonu kalabalıktı, avukatlar, mağdurlar, hak talep edenler, kurum temsilcileri ve diğerleri...
Ama 12 Eylül daha fazlasını hak eden bir dava değil mi?
Dünyadaki örneklerine bakın. Arjantin’e, Şili’ye...
Bu ülkelerde, darbecilerden hesap sormak için açılan davalarda sadece yan yana oturan mağdurlar yoktu.
O ülkelerin vicdanı sayılan romancıların, entelektüellerin, aydınların akademisyenlerin yüreği o davaların başarısı için atıyordu.
“Nunca Mas” –Bir Daha Asla– diye başlayan ve darbecilerin günahlarını, işledikleri suçları belgeleyen raporun altında Arjantinli romancı Ernesto Sabato’nun imzası vardı.
Güney Afrika’nın yüzleşme sürecinde J.M. Coetzee’nin adı hep öne çıkar.
4 nisanda başlayan 12 Eylül davası bu yönüyle ne yazık ki, sahipsiz başlayan bir dava oldu.
Romancılarımız, şairlerimiz, akademisyenlerimiz ve aydınlarımız, yani bu ülkenin vicdanı olan insanların hiç biri yoktu o mahkeme salonunda.
12 Eylül’ün üstünden 32 yıl geçmiş..
Kenan Evren’in lehine davaya müdahil olmak isteyen bilim adamları çıkıyor, Ahmet Hakan’a mektuplar yazıp bu isteklerini dile getiriyorlar.
Ama bilim adına, üniversite ve medya adına, sanat-edebiyat adına müdahil olmak isteyen bir tek akademisyen yok.
12 Eylül generallerinin suçu sanki sadece cezaevlerine topladıkları insanlara işkence etmekten ve solcu, ülkücü çocukları darağaçlarına çıkarmaktan ibaret!
Sanki bu ülkenin bilim kurumlarını, üniversitelerini, edebiyatını, sanatını katleden onlar ve yarattıkları rejim değil!
12 Eylül yargılanıyor, ama romancılarımız, sanatçılarımız, bilim adamlarımız ve üniversitelerimiz tam bir suskunluk içinde.
Kimileri de Tarık Akan’ı mahkemeye davet edip duruyor.
Akan, Anne Kafamda Bit Var diye kitap yazdı ya, eh gelsin o halde mahkemeye!
O gelmiyor Ataol Behramoğlu’nu çağırın oldu olacak!
Yanlış adreslere yanlış ve nafile çağrılar..
Ne Ataol Behramoğlu’nun ne Tarık Akan’ın militarizmle, darbelerle bir sorunu var artık.
Ama sizin varsa, buyurun o halde mahkeme salonuna. 12 Eylül’den davacı olmak için illaki birebir mağduru olmak gerekmiyor.
Bir ülkenin sanatçısı, romancısı, bilim insanı o ülkenin onuru ve vicdanıdır.
Onlar, generallerin bu onur ve vicdanı ayaklar altına aldığı bir ülkede, ne tarafsız ne de sessiz kalabilirler.
Buyurun öyleyse.
Sizi hissetsin mağdurlar..
Darbelerle hesaplaşma iradesi ve hevesi epey kırılmış, vurgun yemiş bu ülkede; insanlar, adalet talep ettikleri o mahkeme salonunda , bu ülkenin romancısını, bilim insanını ve sanatçısını görüp, yalnız olmadıklarını bilsin ve sevinsinler..
Tarih kayda geçsin varlığınızı..
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.