25 Kasım 2024
  • İstanbul3°C
  • Diyarbakır4°C
  • Ankara-3°C
  • İzmir4°C
  • Berlin11°C

ÜMİT FIRAT: ULUDERE ERGENEKON’UN İŞİ OLABİLİR!

Ümit Fırat: Devletin sicili temiz değil. Ergenekon hâlâ canlı. 90’lı yıllarda yapılan eziyetler sonucu bölge halkı devletine küstü. 35 sivilin katili bulunup cezalandırılsın.

Ümit Fırat: Uludere Ergenekon’un işi olabilir!

02 Ocak 2012 Pazartesi 13:01

Şırnak Uludere’de geçimini kaçakçılık yaparak sağlayan, çoğu çocuk yaştaki 35 sivil vatandaşın bombardımanda hayatını kaybetmesi zaten fazlasıyla zor bir yıl olan 2011’in belki de en acı olayıydı. Türkiye, kirli yapıların açtığı derin kuyuların içinde acı içinde debelendi kaldı. Ama üzüntüsünü bildirmek için bile “temiz bilgi” gelmesini bekleyenler çoktu! Uludere’yi anlamak, sonrasında yapılması gerekenlerin altını çizmek için Kürt aydını yazar Ümit Fırat ile konuştuk. Fırat, geçen Kasım ayında da TBMM İnsan Hakları Terörden Kaynaklı Yaşam Hakkı ihlalleri Alt Komisyonu’na bilgi vermişti.

Şırnak Uludere’de 35 sivil F16 bombalarıyla hayatını kaybetti. Kaza mı, kasıt mı olduğu netlik kazanmadı ama büyük bir üzüntü ve umutsuzluk sardı toplumu. Siz ne diyorsunuz?

Duyduğumda “eyvah” dedim. İlk açıklamada, PKK’nın askeri kanadının önde gelen isimlerinden Fehman Hüseyin’in Türkiye’ye giriş yapacağı yönünde bir istihbarat gelince muhtemelen onun da aralarında bulunduğu varsayılarak bombalama yapıldığı söylendi. Bu bilgi birileri için heyecan yaratmış olabilirdi, ama bana dezenformasyonmuş gibi geldi. Fehman Hüseyin niye bu mevsimde gelsin? Dönem sıcak çatışma dönemi değil, kış. Bu kış da bütün kışlarda olduğu gibi PKK yine sessizdi ve alışılmışın aksine bu kez devlet operasyonlar yapıyordu. Eskiden PKK saldırırdı ve TSK da her zamanki gibi takip ve operasyonlar yapardı. Oysa son aylarda bir konsept değişikliği olduğunu ve artık PKK’nın saldırısı falan beklenmeden güvenlik güçlerinin doğrudan doğruya operasyonlar yapılmakta olduğuna tanık oluyoruz.

OSMAN PAMUKOĞLU DA BÖYLE YAPARDI

Yeni güvenlik stratejisi gereği…

Herhalde. Silvan saldırısından sonra gelişti bu strateji. Bunun benzer bir örneği 1993-95 döneminde Hakkâri’de yaşandı. Hakkâri’deki tugay komutanı Osman Pamukoğlu saldırı beklemeksizin elindeki istihbaratla operasyonlar yapardı. Tabi o zaman hedef daha küçüktü ve PKK bu günkü kitlesel destek ve gücüne sahip değildi. Ama artık durum farklı. Bugün operasyon yaparken dikkate alınması gereken geniş bir halk kitlesi var artık. O zaman köy yakmalar, köy boşaltmalar, faili meçhuller, işkenceler olduğu, halka büyük eziyetler yapıldığı halde yine de bölge halkı, PKK’ya bu günkü gibi geniş oranda bir destek vermiyordu. Ve evet, o yöntemle bölgede güvenlik sağlandı yahut güvenlik güçleri kendini bölgede hissettirirdi, ama bu neye yaradı? Sonuç olarak halkı kaybettiniz. Toprağı kazanayım derken onun üzerinde yaşayan insanınızı kaybediyor, size cephe alan ve radikal bir konumda siyasallaşmasına yol açıyorsunuz.

HALKI KAYBETMEMEK GEREK

Şimdi de var mı bu tehlike?

Hâlihazırda orada hala oylarıyla AK Parti’ye destek veren bir kitle var. Her ne kadar bir kısmı da PKK’nın yarattığı mahalle baskısı vb. yüzünden AK Partiye destek verememiş olsa da, yine de tamamen kaybedilmiş bir kitleden söz edemeyiz. Üstelik bu kez iktidarda o yılların tekrarlanmayacağını söyleyen, ciddi adımlar da atmış bir iktidar var ve bu iktidar, güvenlik güçleri üzerinde o günlere nazaran çok daha etkin. 93’te 94’te bir valinin ya da bir bakanın o bölgede sözü ne ölçüde geçebilirdi? Lice olaylarından sonra Hikmet Çetin bakan olmasına rağmen memleketi Lice’ye girememişti. CHP genel başkanı olarak Deniz Baykal da giremedi Lice’ye. Hatta Lice’nin seçilmiş ve meşruiyeti tartışma götürmez olan belediye başkanı rahmetli Nazmi Balkaş bile yıllarca Lice’ye sokulmadı. Oradaki bir başçavuş, üsteğmen, yüzbaşı, buraya giremezsiniz dediğinde yapabileceğiniz bir şey yoktu. Çünkü bu adamların dilediği gibi konuşabileceği, dilediğini yapabileceği son derece geniş bir inisiyatif ortamı onlara sağlanmıştı. Susurluk’ta ortaya çıkan, az da olsa bazıları soruşturulmaya çalışılan hukuk dışılıklar o dönemde oralarda yaşandı. Halk da işte bu nedenle kaybedildi. İşte kaybedilmeyenler veya kalanlar olarak ifade edebileceğiniz kitle, bugün AK Partiye oy veriyor. Ama Uludere’deki olay birkaç kez daha tekrarlanırsa onlar da kaybedilir. Hâlbuki bu insanlar yeni bir dönem, yeni bir politika beklentisi içersindeler ve hala umutlarını koruyorlardı. Eskiden yapılanlar artık tekrarlanmayacak anlayışındaydılar. O yüzden eyvah dedim ilk duyduğumda, eyvah; bir anda geride kalan ne varsa, hepsini kaybediyorsunuz.

Can kaybının hiç telafisi yok maalesef.

35 insan gitti bir kere. Bir aileden 28 kişi. Diğerleri de onların akrabasıdır. Bu çok acı bir şey, kolay kolay hafızalardan silinmez, yaşanan bu travma kolay atlatılamaz; bu kesin.

ULUDERE 33 KURŞUN’A BENZEMİYOR

Olay 33 kurşun olayına benzetildi. Öyle mi sizce de?

Farklı bir olay aslında. 33 kurşun hadisesinde emir komuta içersinde uygulanmış bir katliam var. Ahmed Arif 33 kurşun olarak andı ama öldürülen 32 kişidir. Bir kişi o 33’ten ayıklanır ve vurulmaz. Kalan 32’si kurşuna diziliyor, bunlardan bir kişi ağır yaralı olarak kalıyor ve İran’a kaçıyor; biraz iyileştikten sonra da gelip olayı yakınlarına anlatıyor. Birkaç yıl sonra da olay Meclis’te ele alınıyor ve akabinde mahkemeye intikal ediyor ve General Muğlalı idama mahkûm oluyor. Burada ise emir komuta içinde, bunları toplayalım götürüp kurşuna dizelim diye bir durum yok. Zaten onları bombalayan pilotlarında kimleri bombaladıklarını bildiklerini sanmıyorum.

KAZA MI, KAZA SÜSÜ VERİLMİŞ OPERASYON MU?

Hüseyin Çelik “operasyon kazası” tabirini kullandı…

Evet, ama bu bir operasyon kazası mı, yoksa kaza süsü verilerek gerçekleşmesi sağlanmış bir derin devlet operasyonu mu? Eğer kaza süsü verilerek yanlış bir istihbarat verilmişse, bu çok ciddidir. Ortada bir suç vardır ve failleri devletçe bilinmektedir. İnsanların ölümüne neden olan fiiller vardır ama yanlışlıkla öldürülmeleri diye bir gerekçe yoktur. Kimsenin bilerek veya kazayla, sivil insanları öldürmeye hakkı yoktur. Bu itibarla olayın idari soruşturmalarla geçiştirecek bir yanı yoktur ve kesinlikle yargıya intikal ettirilmelidir. Devlet sorumluları bulmak zorundadır. Pilotların bir suçu olduğunu sanmıyorum, onlara kod verilmiştir onlar da gidip vurmuştur. Ama uçakların oraya gitmesine neden olan istihbarat bilgileri nereden geldi, neden doğruluğu araştırılmadı? Üstelik o köy bir korucu köyüdür; yani devletin güvenlik görevlileri tarafından yakından tanınmakta ve kaçakçılık yaptıkları da biliniyor.

Ve hatta karakolun bilgisi dâhilinde girilip çıkılıyor sınırdan.

Zaten kaçakçılık, sınır ticareti, güvenlik güçlerinin bilgisi dışında sürmez. En namuslu, peygamber gibi bir adamı bile emniyet yetkilisi yapsanız, aşağıdan birileri mutlaka ayartılır. Amerika’da da bu böyledir, burada da. Geçmişte Yüksekova Çetesi diye bilinen, sonradan yargılama süreci boşa çıkartılan yapının içinde devletin güvenlik görevlileri bizzat vardı. Zaten sınırda olmanın, bölgenin koşularının gereği olarak kaçakçılık bir meslek gibidir, namuslu bir iştir. Güzergâhları da bilinir; o yüzden vur emri verenin ciddi şekilde sorgulanması gerekir.

FEHMAN HÜSEYİN İŞTAH KABARTAN BİR İSİM

Emri veren mutlaka sorgulanmalı ama istihbari bilgilerin yeterince doğrulanmadan işleme konma stratejisi de sorgulanmalı değil mi? Hantepe saldırısından sonra, sınırı ağır silahlarla geçen PKK’lı grubun kaçakçılar olduğu sanılarak vurulmadığını söylenmişti. İyi niyetimizi koruyarak soralım: Bunun gibi acı tecrübelerin verdiği bir acelecilikle, tek bilgiye dayanıp vurulmuş olabilir mi?

Verilen istihbarat bilinçli bir yanıltmayı amaçlıyorsa avın büyüklüğü ortada. Basında yıllardır adı geçen ve birçok eylemin planlayıcısı ve başı olarak bilinen Fehman Hüseyin’in adı veriliyor. İştah kabartıcı bir isim. Bir grup PKK’lı geçiyor dense belki bu kadar büyük saldırı olmayacak. Bir de bu kişiyi yakalamak istemeyebilirler. Yakalasalar, neticede yargılanacak ve en fazla Abdullah Öcalan gibi ağırlaştırılmış müebbet cezası alacak. O yüzden yakalamak değil ortadan kaldırmak istenmiş olabilir. Ama bu bile doğru bir davranış değildir ve yine de sorgulanması gereken bir davranıştır.

BDP-PKK HATTI OLAYIN ÜZERİNE ATLADI

İlk kez hükümetin güvenlik güçleri üzerinde, güvenlik güçlerinin de PKK üzerinde etkili olduğu, demokratik açılımın yeniden başlayacağı bir dönemde yanlış bilgiyi PKK sızdırdı ve asıl operasyonu PKK devlete yaptı, tezine ne diyorsunuz?

PKK kaynaklarında olay mutlulukla karşılanmadı tabii, ama gördüklerimizi tahlil ettiğimizde, bu hadise, devletin altın bir tepsi ile PKK’ya sunduğu bir pasta gibiydi ve onlara bir hayli avantaj kazandıran bir gelişme oldu. Şimdiye kadar yapılan operasyonların sınırları belli, hedefleri belliydi ve özel bir hassasiyet de gösteriliyordu. Bu nedenle operasyonlara karşı sürekli bir kampanya yürütüyor olmalarına rağmen fazla bir etki yaratamıyorlardı. TSK’nın Kazan Vadisi’nde kimyasal silah kullandığı iddiaları bile fazla bir ilgi uyandırmamıştı. Bu olayın üzerine ise öyle bir atladılar ki. Parti bütün ağırlığıyla anında olay mahallinde yerini aldı. Selahattin Demirtaş ve BDP kadroları cenazelerin başında, Roj Tv bütün gün yayında. Olay sonucu PKK/BDP büyük bir prestij sağladı. Zaten artık onlar devlet ya da TC demiyorlar, AK Parti faşist devleti, Tayyip Erdoğan devleti, Gülen-Erdoğan faşist diktatörlüğü falan diyorlar. Ve bu olay, hedefe hükümeti koymak için önemli bir gerekçe elde ettiklerini düşünüyorlar. Sadece 35 kayıp değil, kalanları da sahiplenerek, hükümetten ve gelecekten umutlu olan Kürtlere de “bakın bunlar neymiş, ne yaptılar” demek için fırsat elde ettiklerini düşünüyorlar.

DEVLETİN GEÇMİŞ SİCİLİ PEK TEMİZ DEĞİL

Pozisyonlarını haklılaştırmak için kullanacakları bulunmaz bir fırsat olarak mı?

Endişemiz şu. Bugünkü güvenlik kuvvetleri, 30 yıl önce aynı işi yapan insanlar değilse de, bu meseleye yaklaşım söz konusu olduğunda, devletin Kürtlere yönelik politik sicili pek temiz değil. Gerçekler bize nakledildiği gibi değil ve toplum artık bunu biliyor. Mesela Dersim olayları. Orada bir isyan olmadığı, katliam yapıldığı devletin en üst seviyesinde ifade edildi. Kürt meselesinde de olayların anlatıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Karakol baskınları toplumda infial yarattı; ama sonradan anlaşıldı ki, adeta gelip baskın düzenleyin dercesine korumasız bırakılan o karakollar birer yem gibi sunulmuş. Bu gibi olaylar ilk değil ve bu da bizim için ciddi endişe nedeni.

MEDYANIN SUSKUNLUĞU

Medya ilk gün saatler boyu suskun kaldı. Siz bunu neye yordunuz?

Başbakan’ın medya yöneticileri ve sahipleriyle görüşmesindeki telkinlerine uygun bir durum bu, sansasyonel biçimde yansıtılmadı olay; hatta abartılı bir şekilde sakin bakıldı. Olayın önü arkası nedir diye beklendi. Hüseyin Çelik parti adına beklenen açıklamayı yaptı. Medya da sansasyonel yaklaşmama adına ilgisiz gibi yaklaştı olaya. Silvan’da mesela operasyon sürerken bölgeden canlı anonslar yapılıyor, bir yandan da uçaklar kalkıyordu, silah sesleri geliyordu.

Medya bu kez sansasyonel yaklaşmaktan öte olaya pek yaklaşmadı aslında, bu iyi midir ki?

Hangi nedenle olursa olsun öldürmeden bir şeyler yapılamaz mı denemez miydi? Ortada bir çatışma yok, karşı koyma yok sonuçta. Gidiyorsunuz ve hareket halindeki bir grup insanı tarıyorsunuz. E biz terörist zannettik diyorsunuz. Bu olmaz. Hem de aynı gün PKK’lıları teslim alırken ki babacan bir komutanın diyaloglarını VTR olarak basına veriyorsunuz. E hangisi gerçek? Bu belki bir tek örnektir ama bu halk da yüzlerce binlerce örneği tersinden biliyor. İnandırıcı olmak için iyi örnekleri çoğaltmak gerek.

ERGENEKON İŞİ OLABİLİR

Hükümete komplo olduğu yorumlarına ne diyorsunuz?

Aklımıza ilk gelen oydu. Ergenekon öyle birkaç davayla, soruşturmayla susmuyor malum. Binlerce damar var bu yapı içinde. Her türlü karalamaya, zora sokmaya dönük dezenformasyon da, provokasyon da söz konusu. Bir yandan Ergenekon, Balyoz davası açılıyor, bir yandan da faaliyetler devam ediyor. Siz bir komutanı görevden alıp hapse atıyorsunuz ama zincir devam ediyor. Başbuğ “boru parçası”, “bu kâğıt parçası” derken aynı anda internet andıçları düzenleniyordu mesela.

HÜKÜMET SORUMLULARI MUTLAKA BULMALI

Uludere’de Ergenekon izi mi arıyorsunuz?

Olabilir. Nasıl ki PKK, Malatya’dan terhis edilen 33 askeri Bingöl’e varmadan elindeki bir listeyle adeta teslim alarak götürdü öldürdü. Bu olay nasıl içerden sızdırılmış bir bilgi olmadan yapılamazsa, Uludere’de 35 kişinin öldürülmesinde de buna benzer bir şey olup olmadığını niye düşünmeyelim ki? Pekâlâ olabilir. Bir kere ölü ele geçirme demekten vazgeçilmesi lazım. Çatışmada iki taraftan da ölen olur, ama ortada bir çatışma yoksa yakalamak zorundasınız. Ölü ele geçirmek diye bir şey olmaz. Ölü ele geçirme mantığını canlı tutmak isteyenlerin işi olabilir. Eskiden bir dönem bunu yapan ve cezalandırılmamış bir yapının ve zihniyetin alışkanlıkları hala var. Bu kez umuyoruz ki -hükümetin açıklamaları da öyle- yargılama ve cezalandırma olur. Kendisi için, Türkiye’nin geleceği için bu işi soruşturmak zorunda Hükümet. Kimse suçluyu bulamadık diyemez. Her yönüyle apaçık ortada bir operasyon bu, kaza değil.

ULUSALCILARA FIRSAT DOĞDU

Acı büyük, Kürtler de büyük infial içinde. Ne yapılmalı?

İnfialin nedeni bu ve benzeri olayın çok kez yaşanmış olmasından. Son dönemlerde AK Parti’ye muhalefet ederken soyut şeylerden kurmacalardan hareketle “bunlar zaten milliyetçi, bunlar kendilerine demokrat diyor ama bunların demokratikleşmesi göz boyamak için” gibi eleştiriler getiriliyordu. Bu olay eğer AK Parti’ye fatura edilirse fena olur, bu kez “93’teki Tansu Çiller hükümetinden ne farkı var” derler. Muhalif takımın eline ciddi bir vesika, malzeme geçmiş olur. Mitingler düzenleyen, Ergenekon’un içinde yer alan o ulusalcı takım, geçmişte bu tür hadiseleri defalarca ve alenen yapmış olmalarına rağmen, bugün sırf kendilerine siyasi manevra alanı açılsın diye hükümete yükleniyorlar. Hükümeti yönetenlerin benim aklıma önerime ihtiyacı yoktur elbette; ama üzerini örtmek değil bunun üzerine ciddi şekilde gitmek ve cezalandırılmalarını sağlamak zorundalar. Artık bu bir sınavdır. Toplumun da gönlünü alacak uygulamalara gitmek zorundalar. Bu olayın izini tamamen silemeseler de hiç değilse toplumu bugünün eskisi gibi olmadığına ikna edebilirler. Yoksa yazık olur.

CHP’NİN DİLİ GANGSTER DİLİ

Neye yazık olur?

Türkiye’de insanlara, topluma umut veren başka bir parti yok çünkü alternatif yok. CHP için alternatiftir diyen varsa, bu tam bir kaostur. CHP’nin bir sözcüsü Leyla Zana’nın açıklamasına karşı “bedelini de öderler” diyerek tehdit etti. Bir otomobil alırsınız, onun bedeli dendiğinde ne kast ettiğiniz bellidir, ama burada bedel derken öldürmektir kast edilen. Bir savaş çıkar ve biz sizi öldürürüz, diyor özetle. Bu dil kovboy filmlerindeki Vahşi Batı’nın dilidir. Gangster dilidir, devlet yönetmeye aday bir partinin sözcüsünün dili olamaz. Toplumu hukukla adaletle yönetmek için ortaya çıkmış bir partinin böyle bir dili olmamalıdır. Ama CHP bunu kullanıyor. AK Parti tek umut o yüzden.

DEMOKRATİKLEŞMEYİ YİNE AK PARTİ’DEN BEKLİYORUZ

Bu umudu besleyen adımlar attığını düşünüyor musunuz hala AK Parti’nin?

Muğlalı Kışlasının adı geçen ay değiştirildi mesela. Ama Muğlalı gibi o kadar çok isim var ki adı değiştirilmesi gereken. Talat Paşa Bulvarı var, Ankara’da upuzun bir cadde. Adı Kenan Evren olan okullar, caddeler var. CHP değiştirmez bunları. Zaten CHP vermiş bu adları ve onların bu adları değiştirmemesi de bir hayal kırıklığı yaşamayız. AK Parti’den bekliyoruz bunların düzeltilmesini, çünkü benzer şeyler AK Parti döneminde gerçekleşti. Bu nedenle beklediğimiz bazı değişiklikleri yapmaması halinde, niçin yapmıyor diye kaygılanıyoruz. Bazen de yapmaması gereken şeyler yapılıyor. İçişleri Bakanı’nın kullandığı dil iyi bir dil değil mesela. Eski, modası geçmiş ve ayrımcılık kokan bir dil bu. Nihal Atsız’ın ve ideolojiye bağlı olanların dili. Ve bu mesele onun zannettiği kadar basit bir mesele de değil. Onun gibi düşünenler AK Parti içinde de vardır, ama AK Parti’nin toplumda yarattığı imaj o değil.

Yanlış temsil durumu yani?

Çünkü öte yandan başta Beşir Atalay ve Bülent Arınç olmak üzere, hükümetteki Egemen Bağış’ın, Ertuğrul Günay’ın, Faruk Çelik’in, Fatma Çelik’in, Hayati Yazıcı’nın, Mehdi Eker’in, Nihat Ergün’ün, Zafer Çağlayan’ın dili bu türden bir dil değil. Meclisteki geçmiş şiddet olaylarına dair oluşturulan alt komisyon mesela, hakikatleri araştırma komisyonu gibi çalışıyor. Ve bu, bu dönem başladı, ses de getirdi. Tunceli’de Hıdır Amca, kızının nasıl öldürüldüğünü anlattı, Türkiye de daha yüzlerce örneği bulunan bu tür cinayetleri bu sayede öğrendi. Yani AK Parti bir yandan bunları yaparken öte yandan İdris Naim Şahin’in kullandığı dilin Türkiye’ye zarar verdiğini ve hükümet için de karamsar sonuçlar doğurduğunu görmeli.

ANAYASADAN ÖNCE REFORM YAPILSIN

Kuşkusuz Uludere’de yaşanan olay toplumsal hafızamızda da, devlet-toplum ilişkilerinde de, demokratikleşme sürecinde de önemli bir yer tutuyor, tutacak. Uludere’den sonrası için ne diyorsunuz, ne olacak?

Yeni bir anayasa gerekiyor öncelikle; çünkü birçok sorunun temelinde mevcut anayasanın totaliter-vesayetçi ruhu var. Ama tabii anayasadan önce de bir reform süreci yaşanmalı. 1982 Anayasasından önce, bugün 12 Eylül yasaları olarak bildiğimiz yığınla çıkmıştı mesela, tüm o totaliter rejimi ve yapacağı anayasasını besleyecek yasalardı bunlar. 5 generalin imzasıyla çıkan buyruklar diyelim ya da. 82 Anayasası da o yasaları daha bir kurumlaştırmış oldu. Şimdi ise o yaşanmış kirli sürecin temizlenmesi için yeni bir süreç başlatılmalı. Bu son yıllarda bir takım ciddi reformlar başlatıldı, bir takım şeyler yapıldı elbet ve bunları görmezden gelemeyiz. Ama yeni bir demokratik anayasanın yolunu açacak, onun daha işlevsel kılınmasını sağlayacak daha pek çok yasal düzenlemelere ve reformlara ihtiyaç vardır.

HÜKÜMETTEN BEKLEDİKLERİMİZ

Ne gibi reformlar?

Bir kanunlar taraması yapılabilir ve kanunlardaki ayrımcı ve anti demokratik hükümler kaldırılır veya değiştirilir. Okullarda, ders kitaplarında, müfredat programlarında yeni düzenlemeler yapılabilir; ilkokullarda her sabah okutulan ant mı ayin mi diyelim, o acayip şeyden vazgeçilebilir. Duvarlarda, dağlarda gözümüze sokulur gibi yazılan bazı spotlar silinebilir. Generallerin 1983’te koyduğu yüzde 10 seçim barajını Kürt meselesiyle ilişkilendirmeden, demokrasi ve temsil hakkını kısıtladığı gerekçesiyle kaldırmak mümkün. Keza yer adlarının değiştirilmesi mevzuu var. Yine anayasanın 42. maddesinde bir ceza kanunu mantığıyla düzenmiş olan Türkçeden başka bir dilde eğitim yapılamayacağı hükmü yer alıyor. Yani anadilde eğitimin önünü açmak için yeni bir anayasa gerekiyor. Ne var ki bu hükme rağmen Kürtçe dersi öğretim programlarında yer alabilir. Keza üniversitelerde Kürtçenin geliştirilmesi ve Kürtçe eğitim verecek öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için bölümler açılabilir. Birkaç gün önce Tunceli Üniversitesi YÖK’ten bu yönde bir izin aldı ama bunun yaygınlaşması lazım. Ayrıca 1994’te Çankaya’dan geri dönen yerel yönetimler reform yasası yeniden meclise getirilip yasalaşmalı. Neden yapılmıyor, kanunu veto eden Sezer’in red gerekçeleri yerinde mi bulundu, yoksa haklı mıydı?

TOPLUM YENİ ANAYASAYA HAZIR

Anayasa yapım sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Komisyonun çalışmalarından çok da umutlu değilim. Ta başından, kendilerini bağladılar, umutları kararttılar. Katılan dört partinin dörtte dört anlaşarak karar alabilmesi, birileri tarafından atanmış meclisler dışında mümkün olmaz. Dört ayrı partinin bütün konularda uzlaşması mümkün değil. Uzlaşılması zor veya kesinlikle mümkün olmayan maddeler var. Partilerden biri çekilirse komisyon dağılıyor, burada bütün kararların ittifakla alınması gibi bir mantık var ki, bu çok umut kırıcı. İyi bir sonuç elde etmenin pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca önlerine süre olarak da, 2012 sonunu vaat ediyorlar. Nasıl oluyor da üzerinde bu kadar tartışılmış, konuşulmuş, doküman üretilmiş bir anayasa metninin yazımı bu kadar sürüyormuş? Türkiye 1960’tan bu yana devamlı anayasa tartışıyor, 50 yıldır yüzlerce taslak anayasa hazırlandı. Daha ne yapmak lazım ki? Toplum yeni bir anayasaya yıllardır hazır zaten.

UMUTLAR HALA AK PARTİ’DE

Uludere öncesi sürece bakalım istiyorum. Peş peşe açıklamalar yapıldı. Arınç; Kürtlerin tüm haklarını vereceğiz, Atalay; özgürlüklerin önünü açacağız dedi. Ardından Leyla Zana ifade özgürlüğünü kullanarak “Kürtlere artık özerklik yetmiyor” dedi…

Silvan olayında başladı her şey. Örgüt tuhaf tuhaf eylemler yapıyordu. Top oynayan polisleri silahla taramak, kiralık ev arayan bir polisi, yahut nişanlısını görmeye gelen sivil bir insanı, veya otomobilin içindeki genç kızları öldürmek gibi çok vahim hadiseler yaşandı. Biz onları polis zannettik diye açıklama yaptılar. Bir kere öldürme hakkı diye bir hak yoktur. Bir kaza yaparsınız, bir insanın ölümüne sebep olabilirsiniz ve bunun da bir bedeli olur. Ancak, başkasını öldürecektim, ama sizi yanlışlıkla öldürdüm diye bir şey olmaz. Bu olaylardan sonra hükümet de eskiye oranla sertleşti, operasyonlar ve KCK tutuklamaları başladı. Olumsuzluklar oldu, umutlar kesildi, insanlar giderek bu hükümetten de bir şey beklememeye başladı. Gidişat böyleydi.

Evet…

Karamsar bir hava vardı ama karamsarlık da öyle bir karamsarlık ki, umut veren başka bir parti olmadığı için hâlihazırda yine dönüp AK Parti’den bir şeyler umut ediyorsun. Şikâyetlerini de “AK Parti’nin böyle bir şey yapmaması lazım” diye dile getiriyorsun. CHP dönemi olsa şaşırmaz ve CHP’dir nede olsa, bunu yapar dersin. Şikâyetçi de olmazsın, ya da demokratik bir yapı varsa ancak ona şikâyet edersin; bak CHP böyle yapıyor, buna karşı etkili olalım, dersin. CHP’yi CHP’ye de şikâyet edemezsiniz ama AK Parti’yi yine AK Parti’ye şikâyet ediyorsun. AK Parti’nin yarattığı bir olumsuzluğu yine AK Parti üzerinden düzeltmeye çalışıyorsun. Böyle bir süreçteyiz.

LEYLA ZANA YANLIŞ BİR ŞEY DEMEDİ

Evet. Leyla Zana BM’ye atıfta bulunarak halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu hatırlattı ve Kürtlere özerklik artık yetmiyor, dedi. Zana bunu diyerek süreci zora mı soktu, ne dersiniz?

Aslında bu pek çok şekilde Kürtler arasında telaffuz ediliyordu, Zana eskiden federasyona karşı olmasına rağmen şimdi bunu yüksek sesle telaffuz etti. Kemal Burkay “Ben partimi 1975’te illegal olarak kurduğumda, bizim modelimiz federasyondu” diyor mesela. Keza Şerafettin Elçi’nin partisinde de var bu. HAK-PAR federasyon istediği için hakkında Anayasa Mahkemesine kapatma davası açıldı ve Mahkeme bunu kapatma nedeni saymadı. Yani bunlar tartışılması gereken şeyler. Hatta 20 yıl önce rahmetli Turgut Özal ve Erdal İnönü de bu meselenin federasyon dahil çeşitli boyutlarda tartışılması gerektiğini savunmuşlardı. Bunları bence eski reflekslerle karşılamamak lazım. Çünkü bir insan, bir diğeriyle birlikte yaşamak istemiyorum diyebilmelidir. Bunu yasaklarsanız o kişi birlikte yaşamaktan memnun olsa da etik nedenlerle bu hakkını kazanmak isteyebilir. Bir tarafın hakkını yasaklayan bir şeyin tarafı olmamalıyız. Zana da sonuçta referandum yapılsın dedi.

HAYIRLISI NEYSE O OLSUN

Diyelim ki yapıldı. Ayrılma kararı çıkar mı sizce?

Bence çıkmaz. Ama bu hakkı bu topluma yasakladığınız, toplumu bundan mahrum ettiğiniz sürece o toplum o hakkını kullanmak ister. Evli çiftlerin boşanma hakkı var diye herkes bu hakkını kullanmıyor. Ama o hak olmasa ya da yasaklansa, insan o hakkı elde etmek ister. Boşanalım diye değil hakkım tanınsın diye ister. Buna da öyle bakmak lazım. Bana göre Türkiye’nin yerel yönetimlerinde daha etkin, temiz toplumu talep eden ve karşılayan bir yapılanmaya gidebilir. Almanya da federal bir ülkedir. Böyledir diye herhangi bir Alman bu federasyon bizi böler diye düşünmüyor. Yerel parlamentoları, hükümetleri var ama bütün dünya ve Almanya, başbakan olarak Merkel’i tanıyor, biliyor. O yüzden bizde de hala 1920’li yıllardaki kuruluş dönemi paranoyaları artık geçerli olmamalı. Biri kalkıp referandum ya da federasyon diyorsa, bu korkunç bir şey değildir. Mutluysanız ayrılmak istemezsiniz. Bu gibi işlerde hep dendiği gibi; “hayırlısı neyse o olsun”.

EŞİNİ BIÇAKLAYAN KOCA GİBİ DAVRANAMAYIZ

Aksi, ayrılmak isteyen eşini döven ya da öldürmeye kalkan kocalar gibi davranmak olur herhalde.

Zora değil rızaya dayalı olmalı. Biri diğerini çok seviyor da olabilir ama diğeri ayrılmak istedi diye ona bir takım bedeller ödetmek doğru değildir. Halkların kendi kaderini tayin hakkı, uluslar arası bir normdur ve Türkiye bu sözleşmeye imza atmış ve BM üyesi bir ülkedir. Demokrasi işte tam da budur. Referanduma değil de namluya mı güveneceğiz. Özgür bir tartışma yerine şiddet eylemleri mi olsun? Ya demokrasi, ya şiddet tercihi ile mi karşı karşıya bırakılmak gerekir? Biz her şeyi demokrasi içinde, sözle, siyasetle, hukuk ve özgürlük sınırları içinde çözmek istiyoruz. Kimseyi zorla şiddete veya başka yollara sürmenin gereği yok. Bunlar yol değil çünkü yolun sonunda pek de iyi şeyler ortaya çıkmıyor, bir çok insan gereksiz yere hayatından oluyor. Bu da iyi bir şey değil.

Fadime Özkan - Star

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.