29 Mart 2024
  • İstanbul13°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara13°C
  • İzmir16°C
  • Berlin6°C

TÜRKAN ELÇİ: 'TAHİR HİÇBİR RÜYAMDA BENİMLE KONUŞMADI’

Bugün Diyarbakır Barosu Tahir Elçi’nin öldürülmesinin beşinci yılı.

Türkan Elçi: 'Tahir hiçbir rüyamda benimle konuşmadı’

28 Kasım 2020 Cumartesi 12:42

Türkan Elçi, davanın ilk duruşmasında adaletin tecelli edeceğine dair inancının sarsıldığını söylüyor. Tahir Elçi davasına stajyer avukat sıfatıyla katılan Türkan Elçi, “acının aklımla oynamasına müsaade edersem devam edemem” diyor. 

Duvar’dan İrfan Aktan’a konuşan Türkan Elçi şöyle dedi:

"Tahir’in katledilişinin üzerinden beş yıl geçti. İlk zamanlardaki rüyalarım tamamıyla Tahir’in eve dönüşüyle ilgiliydi. Rüyalarımda sürekli eve dönerdi Tahir. Bahçe kapısından içeri girdiğinde, en çok suskun hâli dikkatimi çekerdi. Tahir hiçbir rüyamda benimle konuşmadı. Acaba bütün ölüler mi küserek gidiyor, yoksa ölülerin sesi mi kesiliyor? Tahir benim rüyalarıma hep suskun girip çıktı. Zamanla rüyalarım azaldı ve bitti. Çok kötü ruh haliyle yataktan fırlayıp kalktığım ama rüyalarımı hatırlayamadığım zamanlara geldim. Bu da büyük ihtimalle iyiye işaret değil."

Diyarbakır’da, herkesin gözleri önünde katledilen Tahir Elçi, ölümünün beşinci yılında, eşi Türkan Elçi’nin yazıp bestelediği, Kardeş Türküler’in seslendirdiği ve Ümit Kıvanç’ın klibini hazırladığı Hewar isimli türküyle anılıyor.

Tahir Elçi’nin katledilişinin beşinci yıldönümü vesilesiyle yazdığınız Hewar şarkısını nasıl bir ruh haliyle yazdınız?

Salgın döneminde, çok içe kapandığım bir anın küçük bir patlaması gibi Hewar. Yazdığımda bunu besteleyeceğimi, Kardeş Türküler’in sesine yansıyacağını aklımın ucundan geçirmiyordum. Kulağımdaki bir tınıyla başladım yazmaya ve sonradan öğrendiğim kadarıyla beste de zaten böyle yapılırmış. Bir besteye sözle mi, tınıyla mı, müzikle mi başlandığını zaten bilmiyordum. Hewar’ın tınısını yakalayıp telefona kaydettiğimde, oyuncak bulmuş bir çocuk gibi sevindim. Ardından oturup sözlerini yazdım. Bu da çok hoşuma gitti ama kendi yazdığına âşık olmak gibi bir egosantrizme düşmekten de çekindim. Ertesi gün Gülten’le (Kaya) konuşurken, onun da moralinin bozuk olduğunu öğrendim ve “sana bir türkü okuyayım mı” dedim. Gülten çok beğendi. Birkaç gün sonra da “senin parçanı Kardeş Türküler’e gönderdim” dedi. Kardeş Türküler de inanılmaz bir hızla organize olup seslendirdi. Çok mutlu oldum, umutlandım. Sonrasında sürekli istişare ederek Hewar’a son şekli verildi. Ümit Kıvanç da sağolsun büyük emekle oturup klibini hazırladı.

Klip boyunca insanın gözü bazen Tahir Elçi’yi arıyor. Diyarbakır surlarının etrafından, Suriçi’ndeki sokaklardan, katledildiği Dört Ayaklı Minare’den görüntüler var. Bu sizin tercihiniz miydi?

Evet, bu benim tercihimdi. Sözler zaten çok ağır, müzik ağıt niteliğinde. Bunun üstüne aynı acıyı tekrar hissettirecek görüntüler olmasını istemedim. Zaten sözün de, müziğin de Tahir’e göndermelerle dolu olduğu açık. Ayrıca yaşadığım acıyı yaptığım her şeye işlemeyi doğru bulmuyorum. Sonuçta insanlar da belli bir noktadan sonra senin acını görmek istemiyorlar. İnsanlara duygunuzu hissettirmeniz yeterli zaten. Öyle bir çağdayız ki, insanlar açıkça söylemek istemese de acıdan kaçıyor, acıyı görmek istemiyor. Bir anne olarak da, eşinizi kaybetmekten duyduğunuz ağır acıyı çocuklarınızın yanında sürekli dile getirdiğinizde, bunun çocuklara bir faydası olmuyor. Acıyı yaşamakla onu sürekli dillendirmek ayrı şeyler. Bu Tahir’den sonra bende bir tutuma dönüştü.

Aradan geçen beş yılda hisleriniz nasıl dönüştü? Mücadele azminiz mi arttı, umutsuzluğunuz mu derinleşti?

Doğrusu sürekli kendime sorduğum sorudur bu. Acımın nasıl dönüştüğünü ben de anlamaya çalışıyorum. Çünkü acı sürekli kılık değiştiriyor ve sanki hiçbir zaman tek bir yüzle insanın karşısına çıkmıyor. Bazen karanlığı, bazen aydınlığı, bazen umudu, bazen umutsuzluğu besliyor ve sürekli duygularınızla, hatta aklınızla oynuyor. Doğrusu yaşadığım acının aklımla oynamasına müsaade edersem biterim, devam edemem. Ama acıyı tamamen kendimden uzaklaştırırsam yol alamayacağımı da biliyorum. O yüzden de bu hakikatle karşılıklı bir uzlaşı içindeyiz.

Bu da herhalde acıyla hesaplaşmayı, hayata karşı direngen olmayı daha mümkün kılıyor, öyle değil mi?

Kesinlikle. Her insan kendi acısıyla vardır. Her insan kendi acısı kadardır. Gidene nankörlük etmemek, kalana bigâne kalmamak gerekir. Bize acıyı yaşatan kaybı kaybetmemek için acımızla yaşamayı, onunla mücadele ederek var olmayı öğrenmek zorundayız. Fakat acılarımız bizi kendi esiri yapamamalı. Son beş yılımın tamamen acılar içinde kıvranarak geçtiğini söylersem, bu esareti kabul etmiş olurum. Oysa ne hakikat öyle, ne de olması gereken. Çocuklarımla olduğumda, dostlarımla buluştuğumda, Tahir’le güzel günlerimizi hatırladığımda mutluyum.

Bu süreçte hukuk fakültesinden mezun olup avukatlık stajına başladınız ve Tahir Elçi davasına aynı zamanda stajyer avukat olarak katıldınız. Elçi cinayetiyle ilgili davanın hukuki sürecine dair düşünceleriniz neler?

Bu davanın hukuki seyrini benden çok daha iyi anlatacak avukat arkadaşlarımız zaten süreci yakından takip ediyorlar. Daha önce adaletten, yargı merciinden beklentim olduğunu söylemiştim. Ben hukuk mücadelesine inanan bir insanım. Tahir’le 21 yıl evli kaldık ve hukuka inancın bizatihi hukuk kadar önemli olduğunu Tahir’in mücadelesiyle gördüm. Zaten bir öğretmenken hukuk okumaya beni sevk eden de, Tahir’le olan birlikteliğimizi daha da güçlendirmek kadar, onun hukuk mücadelesi yürütürken duyduğu heyecana tanıklık etmekti. Öte yandan hukuka inanmakla adaletin gerçekleşeceğine inanmak arasında ince bir çizgi var.

Nasıl bir çizgi o?

Hukuka inandığımı söylerken, bugünkü sistemde hukukun gereklerinin yerine getirileceğine yönelik bir inançtan söz etmiyorum. Sonuçta Türkiye’de yaşıyorum ve bu ülkedeki her vatandaş kadar ben de nasıl bir yapının inşa edildiğini görüyorum. Bununla birlikte adaletin bugün olmasa da bir gün tecelli edeceğine de inanıyorum. Çünkü hukuk mücadelesi dışında bir mücadele yoluna güvenmiyor, inanmıyorum. Bizim davamıza gelirsek; beş yıllık süreçte dosyayla ilgili olumsuz bir açıklamada bulunmadım. Beklentim vardı. Fakat ilk duruşmada gördüklerim, tanık olduklarım karşısında, hem Türkiye hem de uluslararası alanda yankı uyandırmış böylesi bir olay için uygun yargılama koşullarının sağlanacağına dair inancımı kaybettim. Daha ilk duruşmada davaya ciddiyetle yaklaşıldığını, faillerin hak ettikleri cezayı alacaklarını gösterecek bir hava oluşmadı.

Duruşmadaki genel atmosfer nasıldı?

Hakkında dava açılan üç sanık polis, bütün koşullar uygun olduğu halde mahkemeye getirilmedi. SEGBİS sistemi üzerinden ifadeleri alınıyordu ama ne teknik altyapı ne de mahkemenin genel koşulları doğru-dürüst bir yargılamaya zemin oluşturabilecek donanımdaydı. Bu koşulların doğrudan sanık polislerin lehine bir durum geliştirdiğine birebir şahit oldum. Üç sanığın da yüzleri görünmüyor, sesleri ise sağlıklı bir şekilde duyulmuyordu. Eğer mahkeme sağlıklı bir yargılama yapma yönünde iradeye sahip olsa, bu koşulların uygun olmadığı, sanıkların bir sonraki celsede salona getirilmesi yönünde karar verebilirdi. Fakat mahkeme heyetinde öyle bir duygu, çaba söz konusu değildi. Öte yandan bizim her talebimizi ellerinin tersiyle iter gibi reddetmeleri de bir göstergeydi. Oysa dediğim gibi, ben o mahkeme salonuna önyargılarımla gitmemiştim. Şu ana kadar yargı süreciyle ilgili negatif hiçbir beyanda bulunmamamın nedeni de buydu. Ama daha ilk duruşmanın bende yarattığı izlenim, duygu, daha önce ifade etmediğim önyargılarımı besledi ve hatta canavara dönüştürdü. Adalete olan inancım sarsıldı.

Röportajın tamamına buradan ulaşabilirsiniz 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.