TANER AKÇAM’IN İDDİALARINA CEVAP (I)
Clark Üniversitesi Soykırım ve Holokost Çalışmaları Merkezi öğretim üyesi Taner Akçam Gazete Duvar’dan Filiz Gazi’ye 20 Nisan 2021’de verdiği röportajda geçen iddialarına cevap...
22 Mayıs 2021 Cumartesi 17:10
“İlk gece hakkı” dolayımında tarihyazımı, yöntem ve kaynakların kullanımı: Taner Akçam’a cevap (1)
Kerem Fincancı [1]
Clark Üniversitesi Soykırım ve Holokost Çalışmaları Merkezi öğretim üyesi Taner Akçam Gazete Duvar’dan Filiz Gazi’ye 20 Nisan 2021’de verdiği röportajda, “Hıristiyanlara biçilen yer, ikinci sınıf vatandaş olmaktı. Korkunç bir örnek vereyim: 19. yüzyıl feodal toplumunda örneğin Kürt bölgelerinde Kürt ağaları, evlenen Ermenilerin ilk gece hakkına sahiplerdi” (https://www.gazeteduvar.com.tr/taner-akcam-gonullu-bir-katilim-olmasaydi-bu-kadar-insan-oldurulemezdi-haber-1519773) şeklinde ‘sansasyonel’ bir iddiada bulundu. Akçam’ın bu iddiası, tahmin edileceği üzere büyük bir tepkiyle karşılandı. Sosyal medyadaki geniş çaptaki tepkilerin dışında, Akçam’a cevap mahiyetinde çeşitli mecralarda eleştirel birkaç yazı kaleme alındı. İlave olarak, ‘132 Kürt Aydını’ bir bildiri yayınlayarak hem Akçam’ı kınadı, hem de iki halktan [Kürtler ve Ermeniler] özür dilemeye davet etti. Lakin Akçam, özür dilemediği gibi “haklılığını” ispatlamak için bir açıklama yaparak on yedi kitap/makale ismi sıraladı ve bazı görseller paylaştı (https://www.yesayansalonu.com/akcamdanilkgecehakkitartismasi/). ‘Belge’ demiyorum, çünkü Akçam, sansasyonel iddiasına dair şu ana kadar herhangi bir ‘belge’ paylaşmadığı gibi, başka türde herhangi bir ana/birincil kaynak da paylaşmış değil. Ayrıca sadece ‘belge’ diyerek, tarihsel bir konunun aydınlatılmasında veyahut tezin ispatlanmasında belgelerin yeterli olduğunu varsayan ve belge fetişizmi olarak adlandırılan bir perspektife sahip olduğum düşüncesinin okuyucuda hâsıl olmasını istemem.
Yazının başında şunu açık bir biçimde vurgulamam gerekiyor: Amacım, bir milleti, topluluğu, sınıfı ve grubu savunmak veyahut ‘temize çıkarmak’ değil. Aksine, ortaya atılmış bir iddianın doğruluğunu tartışmaktır. Sosyalbilimlerin herhangi bir disipliniyle iştigal eden herkesçe malumdur ki, tarih boyunca yerkürenin farklı coğrafyalarında farklı topluluklar/kişiler tarafından, en basit ifadesiyle, insan onuruna yakışmayacak sayısız olayın vukua geldiği izahtan varestedir. İnsanlık ailesi, savaşlardan zorla yerinden edilmeye, toplu kıyımlardan soykırıma, pogromlardan siyasal şiddete dek her türden baskı ve acılara maruz kalmıştır. Bu sebeple, hiçbir milletin, inanç mensuplarının ve grubun pirüpak olduğu söylenemez. İnsan, doğası gereği nakıstır ve engelleyici faktörler olmadığı takdirde her türlü kötülüğü yapacak bir doğaya sahiptir. Bundan olsa gerek, dinler, ideolojiler, sivil toplum örgütleri, insan hakları kuruluşları/aktivistleri teoride de kalsa, insan onurunu korumayı her şeyden üstün gördüklerini ve insan onurunun ayaklar altına alınmaması için faaliyette bulunduklarını iddia ederler. Dolayısıyla, bugün olduğu gibi, geçmişte de insan onurunu zedeleyen münferit ve kolektif hadiselerin yaşandığı ve bunların da tarihin tescilinde olduğu vurgulanmalıdır. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın da, uzak ve yakın geçmişte türlü kötülüklere ev sahipliği yaptığı yadsınamaz bir gerçektir. Buradan hareketle, geçmişte vukua gelen olayları, kaynaklara başvurarak ilmi bir metot ve perspektifle ortaya koymak tarihçilerin görevi olduğu inkâr edilemez. Geçmişle yüzleşerek bu yaşanılanlardan ders/ler çıkarmak ve geçmişle hesaplaşarak daha sağlıklı bir gelecek inşa etmek de toplumun uhdesindedir. Velhasıl, bu yazının gayesi, Akçam’ın yaptığı gibi, asla özcü bir tarih anlayışı/perspektifi karşısına başka bir özcü anlayış/perspektif ikame etmek değildir. Zaten tarihçilerin, tarihe mümin veya münkir edasıyla yaklaşmaması gerektiği, hem makro manada ilmin hem de mikro manada tarihçiliğin olmazsa olmazlarından olduğu ilim insanlarının hemfikir olduğu bir mevzudur.
Bilindiği üzere tarihyazımının kendine has bir metodolojisi vardır. Tarihin ideolojik/sübjektif, özcü, kısmi ve çarpık bir vaziyet almaması için tarihçinin veyahut araştırmacının bahse konu metodolojiye riayet etmesi elzemdir. Bu cümleden olarak, tarihyazımında bir tarihsel olayın veyahut olgunun ortaya çıkarılmasında kaynaklar, kaynak türleri ve kaynak hiyerarşisi olmazsa olmazlardandır. Bunlara ilave olarak tarihçi/araştırmacı, triangularity ve genelleme metotlarını devreye koyarak hem kaynaklardaki bilginin/verinin sorgulamasını yapmalı, hem de yatay ve dikey karşılaştırmalardan hareketle ortaya attığı iddiasını/tezini temellendirmesi icap eder. Tüm bu ön/açıklayıcı bilgilerden hareketle, bu görece uzun yazıda Akçam’ın ortaya attığı “ilk gece hakkı” ile ilgili derli-toplu bir tartışma yürütmeyi deneyeceğim. Bu bağlamda:
1) Tarihyazımında kaynak, ana/birincil kaynak ve ikincil kaynakların ne anlama geldiğini ve sözü edilen kaynak türlerinin nasıl bir hiyerarşi içerisinde kullanılacağını, yani kaynak hiyerarşisini ele alacağım. Devamında tarihyazımında çok gerekli olan genelleme metodunun tek bir hadise veyahut kanıt üzerinden yapılması durumunda ne tür sonuçlara yol açacağını tartışacağım. En sonda ise tarih araştırmalarında tarihçilerin/araştırmacıların kendi tezlerini ispatlamak için üçlü doğrulama tekniği olarak bilinen triangularity metodunun neden elzem olduğunu açıklayıp Akçam’ın iddiasını sorunsallaştıracağım.
2) Akçam’ın “Kürt bölgeleri”nde “Kürt ağaları” tarafından tesis edildiği ve “günlük kültürün bir parçası” olduğunu iddia ettiği “ilk gece hakkı”nın, neden başta Osmanlı arşivleri olmak üzere diğer devletlerin arşivlerine, çeşitli raporlara, basına, seyahatnamelere ve sözlü kültüre yansımamış olduğunu tartışıp sorgulayacağım.
3) Akçam’ın sadece üç “ikincil kaynak”ta geçen spekülatif bir bilgiyi hiç sorgulamadan aktaran on yedi çalışmayı ‘kaynak listesi’ne alarak ve dahası tahrif ederek kullanmasını gözler önüne sereceğim. Bu bağlamda, Akçam’ın M.S. Lazerev’e referansla H. F.B Lynch’te yer almayan bir bilgiyi, yani “ilk gece hakkı” bilgisini, kaynakta varmış gibi vermesini, tabir yerindeyse, ifşa edeceğim. Yine, Akçam’ın referans olarak verdiği çalışmalarda “ilk gece hakkı” ile ilgili bilgilerin yer aldığı pasaj/paragraflarda geçen “Sason Kazası”, “Müküs”, “bazı beyler” ve “bazı yerler” ve “belirli yerlerde” gibi ifadeleri nasıl tahrif ederek ve çarpıtarak “Kürt ağaları” ve “Kürt bölgeleri” şeklinde genelleştirdiğini açığa çıkaracağım. Açıkçası, Akçam’ın ‘ikincil kaynaklar’ına odaklanıp ileri sürdüğü spekülatif iddianın ‘kaynaklar’da ilk olarak ne zaman, nasıl ve ne şekilde geçtiğini ortaya koyacağım. Yani Akçam’ın yaptığı gibi ‘cımbızlama metodu’nu kullanmayacağım. Deyim yerindeyse ‘sondaj metodu’yla, Akçam’ın ortaya attığı bilginin siyak ve sibakına da eğileceğim.
Evvela, Taner Akçam’ın “ilk gece hakkı” iddiasıyla ilgili esas vehametin ‘ikincil kaynaklar listesi’ başlığı altında yayımladıklarıyla başladığını açıkça bir biçimde vurgulamak gerekir. Çünkü Akçam’ın, yayınladığı bu listeyle tarihyazımının en vazgeçilmez ilkelerinden biri olan kaynak hiyerarşisine riayet etmeyi aklına bile getirmediği tebellür etmektedir. Tarih formasyonu almış veyahut tarih alanında araştırma yapan herkes bilir ki, herhangi bir tarihsel araştırmada araştırmanın üzerine inşa edileceği ilk şey kaynaklardır. Daha açık söylemek gerekirse, tarih kaynaklara dayanılarak yazılır. Meslekten tarihçiler, tarihin kaynaklarını, elde ediliş biçimlerine göre ana/birincil kaynaklar ve ikincil kaynaklar şeklinde iki başlıkta tasnif ederler. Ana/birincil kaynaklar, tarihi bir hadisenin meydana geldiği döneme ait olan her türlü bulgu ve belgedir. İkincil kaynaklar, tarihi hadisenin meydana geldiği dönemden sonra oluşan veyahut ana/birincil kaynakları kullanarak vücuda getirilmiş her türlü yazı, yapıt, yazıt ve eseri barındıran kaynaklardır. Biçimlerine/türlerine göre kaynaklar ise yazılı, yazısız, sözlü ve görsel olmak üzere dört ayrı kaynak türünden bahsetmek mümkündür. Tüm bu sözü edilen kaynakların kullanılması belli bir hiyerarşiye dayanmaktadır ki, buna kaynak hiyerarşisi denir. Kaynak hiyerarşisinden kasıt, her hangi bir tarihsel mevzuyu açığa çıkarmada veyahut herhangi bir tarihi konunun yazımında ilk başvurulacak kaynaklar ana/birincil kaynaklardır ve bunlar çalışmanın iskeletini oluşturur. İkincil kaynaklar ise çalışmanın eksik yanlarını tamamlar veyahut çalışmayı daha da zenginleştirir. Gelin görün ki Akçam, ana/birincil kaynaklara bakmadığı gibi, ikincil kaynaklardan istifade ederek “tahrif edilmiş ana/birincil kaynaklara”[Lynch] atıf yapmaktan da kendisini alıkoymuyor.
Şüphesiz, tarih araştırmalarında göz ardı edilemeyecek önemli kaynak türlerinden birinin de sözlü kaynaklar olduğunu belirtelim. Meslekten tarihçilerce malum olduğu üzere sözlü kaynaklar, 1) yazılı kaynaklardaki “bilgi açıkları”nı veyahut eksikliklerini kapatmaya/izale etmeye yardımcı olur. 2) Tarihçinin üzerinde çalıştığı dönemin atmosferini daha iyi anlamasına yardımcı olur. 3) Tarihçiye diğer kaynak türlerini ve bilgi kaynaklarını doğrulamak ya da onlardan kuşkulanmak hususunda fikir verir (Cutler, 1971: 186). Her ne kadar, 19. yüzyıldaki pozitivist perspektifin, akademik camiada yazılı kaynakları sözlü kaynaklara göre “daha doğru” ve “daha güvenilir” olarak kabul gördüğü gerçeği söz konusu olmakla birlikte, yazılı kaynakların doğruluklarını test etmek için tarihçinin başta sözlü kaynaklar olmak üzere diğer kaynak türlerine müracaat ederek karşılaştırma yapmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu vurgulamak gerekir (Danacıoğlu, 2001).
Bu bilgilerden hareketle, herhangi bir tezi, iddiayı ortaya atan tarihçinin/araştırmacının yapması gereken şey triangularity metodunu devreye sokmaktır. Kısacası bu yöntem, kaynaklardaki bilginin/verinin sorgulanması demektir. Yani ana/birincil kaynakların, ikincil kaynakların ve sözlü kaynakların birbirleriyle sağlamasını yapmaktır. Bu yöntem, araştırmanın daha geniş bir perspektifle ele alınmasını ve araştırmanın farklı bilgi kaynaklarınca doğrulanması demektir. Çünkü ilgililerince malum olduğu üzere, herhangi bir tarihsel araştırmanın sadece tek bir kaynağa veya kaynak türüne dayalı olarak gerçekleştirilmesi bizi doğru sonuçlara ulaştıramaz. Sonuç olarak, triangularity metodu, herhangi bir kaynak veya kaynak türündeki bilginin/verinin eksikliğini, zayıflığını ve sübjektifliğini açığa çıkararak daha doğru bir çıkarıma/sonuca ulaşmayı mümkün kılar. Burada açık bir biçimde görülüyor ki yılların tarihçisi Akçam, az sayıda ‘ikincil kaynak’ta yer alan “ilk gece hakkı” bilgisini, diğer kaynaklarla, kaynak türleriyle sağlamasını yapmadan ve buna gerek bile duymadan piyasaya sürmüştür.
Kuşkusuz, tarihte belli başlı varsayımlara ulaşmak için genelleme metodunun da ayrı bir önemi olduğu yadsınamaz. Bilhassa küresel, karşılaştırmalı ve bağlantılı tarih [connected histories] araştırmalarında genelleme metoduna başvurmak kaçınılmazdır. Bununla birlikte yerel/mikro, sözlü ve diğer tarih araştırmalarında da duruma göre genelleme yapılabilir. Tarih araştırmalarında genelleme, yatay ve dikey genelleme olmak üzere iki şekilde yapılır. Yatay genelleme, ele alınan bir tarihsel olayın/olgunun aynı zaman dilimi içinde aynı veyahut farklı ülkede/coğrafyada/toplumdaki olay ve olgularla kıyaslanması demektir. Tarih araştırmalarında böyle bir yol ve yordam takip edilmezse tarihçinin/araştırmacının yanılma olasılığı olabildiğince artar. Dikey genelleme ise tarihsel bir olayın/olgunun tarihsel süreç içerisindeki benzer olaylarla kıyaslanması demektir. Tarih araştırmalarında dikey genelleme metoduna başvurmadan da herhangi bir tarihi olayı/olguyu, daha doğru bir ifadeyle, tarihsel dönemi anlamanın ve açıklamanın imkânının olabildiğince zorlaştığını vurgulamak gerekir. Bu yapılmadığı takdirde tarihçinin/araştırmacının yanılması ve yanlış çıkarımlarda bulunması kaçınılmazdır. Son tahlilde tarihyazımında genelleme ne kadar gerekliyse, bir olayı tek bir ‘kanıt’tan yola çıkarak genelleştirmek de o derece yanlıştır. Akçam’ın yaptığı, tam da budur. Akçam, tek bir spekülatif ‘kanıt’ üzerinden ortaçağ Avrupası için de çok tartışmalı olan “ilk gece hakkı”nı, “Kürt bölgeleri” ve “Kürt ağaları” ifadeleriyle genelleştirmektedir. Akçam bunu yaparken, bir taraftan kendisinin verdiği ‘ikincil kaynaklar’daki bilgileri tahrif ediyor, öte taraftan yukarıda muhtasar bir biçimde değindiğim hiçbir yöntem ve metoda başvurmaya gerek bile duymuyor. Tüm bu nedenlerden dolayı kendisine yöneltilen eleştirileri de Akçam, bilime, uluslararası alanda tanınan bilim insanlarına/kendisine ve hakikate hürmete, en hafif deyimiyle karşı gelme, inkâr etme veyahut gerçekle yüzleşmeme olarak nitelendiriyor. Kuşkusuz, Akçam’ın kendisine yöneltilen eleştiriler karşısındaki bu yaklaşımı/tutumu gerçekleri yansıtmamaktadır. Eleştirilerin odağında, tek bir kanıttan hareketle genelleme yapılması, az sayıda ‘ikincil kaynak’ta yer alan spekülatif bir bilgiye ihtiyatla yaklaşılmayıp Eric Hoffer’ın deyimiyle “kesin inanç”la ortaya atılması, Lynch örneğinde olduğu gibi kaynaklarda yer almayan bir bilginin varmış gibi kullanılması ve ‘ikincil kaynaklar’daki bilginin tahrif edilmesidir.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi Akçam, söylediklerinin, “çalışmaları uluslararası akademide kabul görmüş” kişiler tarafından kendisinden önce dile getirildiğini ve bizim de hiç sorgulamadan söylediklerini kabul etmemizi bekliyor ve istiyor. Akçam’a şunu hatırlatmak gerekiyor zinhar: Tarihi, “davul ve borazan seslerinin tarihi” olarak tanımlayan, romantik ve idealist tarihyazımının üstatlarından kabul edilen Leopold Von Ranke’nin tanımının üzerinden epey uzun bir zaman geçti. Dolayısıyla, tarihyazımının artık sadece “uluslararası tanınırlığı olan” veyahut küçük bir seçkin grubunun inisiyatifinde olduğu günlerin geride kaldığını bilmemiz gerekir. Daha da önemlisi, bilim insanlarının “uluslararası akademide kabul görmüş olması”, onları yanlış yapmaktan, tahrif etmekten, yanlış ve eksik sonuçlara varmaktan ve en nihayetinde kamuoyunu yanıltmaktan beri oldukları anlamına gelmez. Tıpkı Akçam örneğinde olduğu gibi. (Devam edecek)
[1] Dr., Serbest Araştırmacı
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.