STATÜ MESELESİ...
Türkiye’deki mevcut Kürt siyasal hareketlerinin bağımsız bir devlet talebi bulunmuyor. Vahap Çoşkun yazdı...
31 Ocak 2012 Salı 09:43
Kürt meselesinde çözüm geciktikçe, Kürt taleplerinin taşıyıcılığını yapan siyasi aktörlerin kullandıkları dil ve öne sürdükleri talepler de farklılaşıyor. Yakın döneme kadar bir “hak ve özgürlükler sorunu” veya “demokrasi sorunu” olarak görülen Kürt meselesi, bugün farklı tanımlanıyor. Artık, bireysel hak ve özgürlüklerinin tümünün tanımasının Kürtleri tatmin etmeyeceği söyleniyor ve “Kürtler, bir millettir; millet olmaktan kaynaklı tüm haklarının tanınması gerekir” denilerek kolektif haklara vurgu yapılıyor. Demokrasinin güçlendirilmesinin Kürtlerin isteklerini karşılamaya yetmeyeceği ifade ediliyor ve “Kürt sorununun artık bir statü sorunu, bir egemenliğin paylaşımı sorunu olduğunun görülmesi” gerektiği belirtiliyor.
28-29 Ocak’ta Diyarbakır’da olağan genel kurulunu toplayan Demokratik Toplum Kongresi’nde de bu statü talebi bir kez daha vurgulandı. “Herkes çok iyi bilmeli ki Kürtler dilsiz, kimliksiz ve statüsüz birlikte yaşamayı reddetmektedirler” diyen Kongre, Kürtlerin statüsünün “demokratik özerklik” olarak belirlenmesi gerektiğini savundu: “Birlikte yaşam önerimiz ve arzumuz “Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan” olarak formüle edilmiştir.”
Statü talebinin sadece PKK, DTK veya BDP çizgisince savunulduğu düşünülmemelidir. Siyaseten bu çizginin dışında kalan ve buna muhalif olan Kürt grupları da öncelikle bir statünün tanınması, ardından diğer taleplerin de bu başlık altında tartışılması gerektiği görüşünü dillendiriyorlar. Dolayısıyla kayıtsız kalınabilecek veya görmezden gelinebilecek bir talepten bahsetmiyoruz, üzerine daha çok eğilmemiz ve konuşmamız gereken bir konudan söz ediyoruz.
İnsan hakları alanında giderek yaygınlık kazanan bir eğilim var. Buna göre, hâkim çoğunluktan farklı olan grupların varlıklarını ve kültürlerini idame ettirebilmeleri her zaman salt klasik sivil ve siyasal hakların tanınmasıyla mümkün olmayabilir. Bu nedenle söz konusu grupların kültürel kimliğini korumak ve geliştirmek için, bu gruplara eşit vatandaşlık haklarına ek olarak bazı özel hak düzenlemelerinin yapılması gerekir. Bunlar Nafiz Tok’un kavramsallaştırmasıyla, üç grupta toplanır:
İlki, dini yaşam biçimlerinin gerekleri yüzünden toplumdan belli düzeyde ayrılık talep eden dini grupların taleplerine yönelik “muafiyet hakları”dır. Bu haklar, hem kendi dini pratiklerini gerçekleştirmek hem de genel kamusal alana katılmak isteyen dini grupların, bazı ortak kanun ve politikalarından (askere gitme, dini inancına aykırı derslere girme veya kılık kıyafet gibi mecburiyetlerden) muaf olma taleplerini yansıtır.
İkincisi, göçmen ve/ veya otokton etno-kültürel grupların taleplerini içeren “intibak ettirici tanınma haklar”dır. Çoğu kez etno-kültürel gruplar için kamusal alana dâhil olmanın bedeli asimilasyondur; bu gruplara mensup bireylerden beklenen kendi kültürlerine sırt çevirip çoğunluk kültürünü kabul etmeleridir. Ancak farklılık bilincinin gelişmesiyle birlikte hem Eski hem de Yeni Dünya’daki etnokültürel grupların asimile olmadan -yani cemaatsel ve kültürel kimliklerini koruyarak- ana topluma katılma talepleri arttı. İntibak ettirici haklarla, bu taleplere cevap üretilmeye ve böylelikle etno-kültürel grupların - asimilasyonla değil- entegrasyonla ana topluma erişim yolu açılmaya çalışılır.
Üçüncüsü, belli bir bölgeyi tarihi yurtları olarak gören grupların özyönetim arayışlarını ifade eden “statü hakları”dır. İntibak ettirici tanınma hakları bu gruplar için yeterli değildir; amaçları, kendi kamusal alanları ile kurumlarını oluşturmak ve bunlar üzerinde kontrol sağlamaktır. Bu amaçla kendi siyasal cemaatlerini tarif edecek bir statü talep ederler.
Statü talepleri genel olarak ikiye ayrılır. Biri “tam ayrılık”tır. Bazı gruplar hiçbir şekilde ana toplumla birlikte yaşamak istemezler, onlardan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmaya çalışırlar. Bazen hâkim grubun baskısından, bazen de azınlık grubundaki bağımsızlık arzusundan kaynaklanan ayrılık talebi reddedildiğinde ise bu uğurda bazı gruplar demokratik mücadele vermeye devam ederken bazılar ise şiddete başvururlar.
Diğeri ise “ayrılığa varmayan özyönetim talebi”dir. Burada ayrı bir devlet kurma talep edilmez; grup, ana siyasi toplumdan ayrılmaz ancak kendi yurdu olarak gördüğü bölgede siyasal özerkliğini mümkün kılacak hukuk ve siyasi bir güç talep eder. Bu gücün boyutlarını, kapsamını ve sınırlarını ise kabul edilecek özyönetim şekli belirler. Federasyon, bölgesel devlet, otonomi, genişletilmiş âdem-i merkeziyet bu bağlam içinde düşünülebilir.
Kürt meselesi bağlamında Kürtlerin statü taleplerine dair durum şöyle tasvir edilebilir: Türkiye’deki Kürtlerin çok ağırlıklı bir kısmının “tam ayrılık” talep etmedikleri konusunda bir genel kabul mevcuttur. Bu nedenle mevcut Kürt siyasal hareketlerinin de bağımsız bir devlet talebi bulunmuyor. Hiç kuşkusuz kendisini ayrılıkçı olarak nitelendiren ve “Bağımsız Kürdistan”dan başka bir çözümü çözüm olarak görmeyen Kürtler var; ama bunların sayısı son derece az ve anlamlı bir siyasi harekete tekabül edecek bir güce sahip değiller.
Dolayısıyla Kürt meselesindeki statü tartışmasını ayrılık içermeyen özyönetim talepleri üzerinden yürütmek daha doğru olacaktır. Kürtlerin hangi özyönetim modeline sahip olmaları gerektiği konusunda ise üç farklı fikir var: KADEP ve HAKPAR, federasyona taraftarlar ve Kürt meselesinin ancak Türkiye’nin idari/ siyasi olarak federatif bir düzene kavuşturulmasıyla çözümünü savunuyorlar. BDP, “özerklik” öneriyor; Türkiye’nin 20-25 özerk bölgeye ayrılmasını, her bölgenin bir yerel meclisinin ve hükümetinin bulunmasını öngören bir “demokratik özerklik modeli öngörüyor. Gerçi Leyla Zana geçenlerde Rudaw’a verdiği bir beyanatta “bize artık özerklik yetmez” dedi ama BDP kurumsal duruşunu henüz değiştirmedi. AKP ise, merkezi yönetimi sadece temel hizmetleri yerine getirmekle yükümlü kılan ve bunun dışındakileri yerel yönetimlere bırakan âdem-i merkeziyetçi bir sistemi yeterli sayıyor. KADEP ve HAKPAR’ın arkasında son derece sınırlı, BDP ve AKP’nin arkasında büyük kitle desteği var.
Türkiye er veya geç, yeni bir idari yapılanmaya gitmek mecburiyetinde. Bu noktada akıldan çıkarılmaması gereken husus; idari modellerin hiçbirinin kutsal ve vazgeçilmez olmadığıdır. Modellerin her birinin diğerlerine karşı güçlü ve zayıf yönlerinin bulunduğu ve her modelin demokratik hukuk devleti ile bağdaşabildiğidir. Dolayısıyla bu modeller hakkında konuşurken bunları fetişleştirmekten özellikle kaçınılmalıdır.
Türkiye’nin -özelde Kürt meselesini çözmek, genelde ise yönetimi daha demokratik kılmak için- hangi modeli benimseyeceğinin belirlenebilmesi için öncelikle demokratik bir tartışma zemininin oluşturulması gerekiyor. Bu da başlıca iki şarta bağlıdır: Biri, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün tam anlamıyla sağlanmasıdır. Ayrılıkçı fikirlere sahip olan ve bağımsız bir Kürdistan isteyenler dâhil her fikre kendisini ifade edebilme, örgütlenebilme ve siyasi yarışa girme imkânı tanınmalıdır. Böylece herkes neyi talep ettiğini maskesiz bir şekilde ortaya koyabilir. Diğeri ise, silahsız bir ortamın sağlanması ve barışın tesisidir. Halkın iradesinin net olarak ortaya çıkabilmesi için onu baskı altında tutacak şartların izalesi gerekir. Statü meselesi, ancak her bir alternatifin artılarının ve eksilerinin rahatlıkla ve herhangi bir korku duyulmadan değerlendirileceği bir barış ortamında sağlıklı bir sonuca kavuşturulabilir.
Vahap Çoşkun
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.